Kullanıcı:Abdulsamet Mavzer 296/deneme tahtası

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Tasavvuf Nedir?[değiştir | kaynağı değiştir]

Arapça hat ile Allah

Tasavvufun temeli evrende tek varlığın bulunduğu, o tek varlığın dışındaki diğer varlıkların ise onun yansıması olduğu görüşüne dayanır. O tek varlık Allah'tır. Öteki varlıklar yani görünen her şey Allah'ın türlü görüntüleridir.Buna "vahdet-i vücud" denir.

İnsan için varlık kazanmanın amacı "insan-ı kâmil" olmaktır. Tasavvufi anlamda" insan-ı kâmil" olmak "bekabillah" a yani sürekli olarak Allah'ın varlığında bulunma mertebesine ulaşmak olur. Bekabillahı Fenafillâh yani insan varlığının Allah varlığında yok olduğu makam izler. Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve manen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok ahirete önem vermek, maddî değerlerden fazla manevi değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir. Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Tasavvufa göre sufilerin piri Resulullah'dır. Sufiler kendilerinde mevcut olan ilim, marifet, hâl ve yaşayışın ilk örneğini daima Resulullah'ta görmüşlerdir. Münavî'nin çeşitli devrelerde yaşayan sufileri anlatmak için yazdığı el-Kevakibü'd-dürriyye isimli eserine Resulullah'ı anlatmakla başlaması bunu gösteren örneklerden biridir.

Tasavvuf'un Tarihi[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufî hayat ve düşüncenin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Başlangıçta günah işlemekten sakınmak, dünyasal işleri küçümsemek ve bunlardan uzak durmak, yalnızlığı seçerek sürekli Allah'ı anmak, kalbin ancak bu yolla temiz tutulacağına inanmak gibi düşünceler ve uygulamalarla ortaya çıkmıştır. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zahid ve abid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı. Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok kabul gören kelime, "yün" anlamına gelen Arapça "sûf"tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc; "Peygamberlerin, evliyâ ve asfıyânın yolu" dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar. Tasavvufun ilk örneği olarak Resulullah'ın Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilir. 9. yüzyıldan itibaren Türkistan, İran ve Kuzey Afrika bölgesinde sûfî görüşler müsait ortam bularak yaygınlaşmıştır. Bunda Moğol İstilası sonrası ortaya çıkan çöküntü ve sosyoekonomik durumun toplumu ruhani bir arayışa sevketmiş olması büyük bir etkendir. Buhara, Semerkant ve Taşkent gibi şehirleri içeren Fergana Vadisi pek çok mutasavvıf yetiştirmiştir. Ahmet Yesevi, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyükleri bu bölgede tasavvuf ve tarikat yapısını olgunlaştırmışlardır.

Günümüz Türk tasavvuf araştırmacılarının en çok benimsediği bir tasnif çeşidine göre tasavvuf tarihinin dönemleri üç ana başlıkta toplanabilir:

1. Zühd dönemi,

2. Tasavvuf dönemi,

3. Tarikat dönemi.

Zühd dönemi ile hicri ilk iki asra işaret edilmektedir ki bu Asr-ı saadetle başlayıp tasavvuf ve sufi kavramlarının zuhuruna kadar olan dönemi içine alır. Tasavvuf dönemi hicrî II. asrın sonundan tarikatların zuhûr ettiği sonraki üç asırlık zaman dilimini kapsar. Tarikatlar dönemi ise tarikatların yaygın bir hale gelmeye başladığı hicrî VI. asır ile başlayıp hala devam eden bir süreci ihtiva eder.

Tasavvufi Düşüncenin Temelleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Zühd[değiştir | kaynağı değiştir]

Dua, tasavvufta çok önemli bir ibadettir

İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, ahirete ve manevi değerlere öncelik vermelerini ister. Dünyayı ahiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir.

İbadet[değiştir | kaynağı değiştir]

İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nâfile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz.

Allah Korkusu[değiştir | kaynağı değiştir]

Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların ahirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır. İşte Allah'ın veli ve ergin kulları bunlardır. Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.

Allah Sevgisi[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufta hedef bir Müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir . Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır.

İhsan[değiştir | kaynağı değiştir]

"Şehadet" sözcüğünün hat sanatıyla yazılmış bir örneği.

Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir". Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever" buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer.

Tasavvufi Kavramlar Ve Kökenleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Her ilim ve sanatın kendine has terimleri ve kavramları vardır. Bütün ilim ve sanat dallarında var olan kavramlar, tarihi seyri içinde tasavvuf ilminde de var olmuştur. Diğer İslamî ilimlerde olduğu gibi, tasavvufta kullanılan kavramlar da genellikle Kur'ân ve sünnetten alınmadır. Mutasavvıfların kavramları genellikle iki maksatla kullandıkları belirtilmektedir:

1. Anlaşılması zor konuların ehli tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak

2. Ehil olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak.

Klasik tasavvuf kitaplarında kullanılan kavramlar makam, hal, menzil ve vakt gibi gruplara ayrılarak tasnif edilir.

İbadet[değiştir | kaynağı değiştir]

"Abd" kökünden gelen bu kelime, tasavvufta Allah rızasına yönelik her türlü hareket ve davranışı içine alır. "Ben insanları ve cinleri, ‘Ben'i tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım." ayetine dayanır. İbadet kelimesi tarihte yazılı olarak ilk kez Atebet-ül Hakayık adlı mesnevide kullanılmıştır.

Takva[değiştir | kaynağı değiştir]

Kelime anlamı herhangi bir "tehlikeden korunmak" demektir. Tasavvufi manada takva, kalbi günahlardan temizlemek demektir. Ehl-i hakikate göre takva, kişinin Allah'a itaatle ilahi cezadan sakınmasıdır. Bir başka ifadeyle takva, "Seni Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır." Aynı zamanda mutasavvıflar tarafından sınırları korumak ve ahde vefa olarak da ifade edilmektedir. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en sonra da fuzuli ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir. Takva kelimesi tarihte yazılı olarak ilk kez İrşadü'l-Mülûk ve's-Selâtîn kitabında kullanılmıştır.

Verâ[değiştir | kaynağı değiştir]

El çekmek, uzak durmak demektir. Haram ve yasak olan şeylere düşmemek için, şüphelilerden sakınmaktır. Bir başka ifadeyle, ağızdan kalbe giren ve çıkanın Allah ve Resul'ünün sevdiği şeyler olmasına dikkat etmektir. Verâ, zühdün başlangıcı sayılır. Çünkü verâ şüpheliyi, zühd ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Verâ, Kur'ân ayetlerinde geçmez. Fakat hadiserde çok defa geçmektedir. Hadislerde bu kavram, genellikle haram ve şüpheli şeylerden sakınmak anlamında kullanılmıştır. Sufiler, Peygamberimiz'in "Verâdan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim." hadisini esas alarak, verânın hassasiyetle uygulanmasının, kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri tanımasına yardımcı olacak bir sezgi ve duyuş özelliği kazandıracağını ifade etmiştir. Yahya b. Muaz şöyle der: "Verânın iki şekli vardır: Zahirî verâ; Allah Teala'nın rızasından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Batınî verâ; kalbine Allah Teala'dan başka bir şeyin girmemesidir."

Tevbe[değiştir | kaynağı değiştir]

Tevbe; günahtan dönüp edip Hakk'a yönelmektir. Genellikle tasavvufi makamların ilki sayılır. Tevbe, tasavvufta şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek olarak kabul edilir. Tarihte yazılı olarak ilk kez İmam Gazali'nin "Tevbe" kitabında geçmektedir. Resulullah tevbeyi nedamet olarak tanımlamıştır. Tasavvufta tevbenin sağlıklı olabilmesi için, mazi, hâl ve istikbale ait şu üç esasın bulunması şarttır:

1. Yapılan günahlara pişmanlık (mazi)

2. Günahlardan sıyrılmak (hâl)

3. Bir daha günaha dönmemeye azmetmek (istikbal)

Tevbe, bazı mutasavvıflarca üç derecede incelenmiştir:

1. Tevbe: Allah'ın azabından korkarak günahı terk etmek. Bu birinci basamaktır.

2. İnabe: Allah'ın sevap ve mükâfatına bel bağlayarak O'na yönelmesidir. Tevbenin orta noktasıdır.

3. Evbe: Hakk'ın rızasını kazanmak ve sadece O'na yönelmektir. Bu en ileri derecedir.

Zikir[değiştir | kaynağı değiştir]

Mevlana Müzesi. Zikir tesbihi. Osmanlı, 19. yy.

Unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, anmak demektir. Tarihte ilk kez Atebet-ül Hakayık adlı mesnevide "Zikr" şeklinde geçmektedir. Kur'ân'da zikir genellikle lügat anlamlarına uygun şekilde Allah'ı anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi "namaz" ve "Kur'ân" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zikrin fazileti hadislerde de övülmüştür. Tasavvuf erbabı, ayet ve hadislerin aydınlığında zikri, tarikatların "üssü'l-esas"ı saymışlardır. Zikir kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak nitelenmiştir. Ancak zikrin gizli veya aşikâr yapılışı hususunda farklı görüş ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vererek, bunun icra şekli konusunda değişik usuller geliştirmişlerdir. Toplu zikre genellikle sema, ayin, hadr gibi; ferdî zikir türleri de lisanın, kalbin, hafînin, ahfânın, sırrın zikri gibi adlar almıştır.

Murakebe[değiştir | kaynağı değiştir]

Lügat anlamı itibariyle denetlemek, kontrol etmek manalarına gelen bu kavram Kur'ân'da değişik biçimlerde geçer. Tarihte ilk kez bu kavram Tezkiret-ül Evliya kitabında "her kim murāḳabet eyleye gönli içinde" şeklinde geçmektedir. Bir tasavvuf kavramı olarak murakabe, kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah'ın muttali olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini ilahi zikirden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Hem içte hem dışta Hakk'a yönelmenin maksadını sürekli düşünmek demektir. Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır. Zira murakabe, kulun Hak Teâlâ'nın her halükârda onu denetlemekte olduğunu bilmesidir.

İtminan[değiştir | kaynağı değiştir]

İtminan kelimesinin sözlük anlamı, sıkıntıdan sonra sükûnete ermek, karışıklıktan sonra düzelmek şeklinde ifade edilebilir. Kur'ân'da on üç yerde geçen bu kavram, kalp ve gönlün bir şeye güvenip bağlanması ve bu güvenle huzura ermesi demektir. Tasavvufi olarak itminan kalpte hiçbir şüpheye yer bırakmadan Allah'a yönelmektir. İtminan, kalbi aklına galip, imanı kavi, ilimde derinlik sahibi, zihni duru, özü sağlam kimselerin halidir.

Sıdk[değiştir | kaynağı değiştir]

Doğruluk, gerçeklik ve kalp temizliği gibi anlamlar ifade eder. Tarihte ilk kez Aşık Paşa'nın Garib-name adlı mesnevisinde "bir güruhu kim imandur yoldaşı / itiḳād u ṣıdḳ u iḳrardur işi " şeklinde geçmektedir. Kelam âlimlerinin peygamberlik sıfatı saydığı bir özelliktir. Sıdk, söz, fiil ve davranışlardaki tutarlılık, iç ve dışın birbirine uygunluğu demektir. Gazzali'nin ifadesine göre sıdk, hem lisanda, hem niyet ve iradede, hem de azim ve amelde olmalıdır. Bunlardan niyet ve iradedeki sıdkın adı ihlastır

İhlas[değiştir | kaynağı değiştir]

tarikatte zikreden şahısları gösteren bir betimleme.

Temiz ve katışıksız yapmak, seçmek, gönülden bağlılık demektir. İbadet ve davranışları yalnız Allah'a has kılarak yapmak, başka düşüncelerden temizlemektir. Tevhid inancının özüdür. Tarihte ilk kez yazılı olarak Aşık Paşa'nın Garib-name adlı mesnevisinde geçer.

İhlas, riyanın zıddı olup kalbi, temizliğini bozacak düşüncelerden uzak tutmaktır. Sehl b. Abdullah Tüsterî'nin "insanlara en ağır gelen amel" diye tanımladığı ihlasın zorluğunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd Bağdadî ihlas hakkında şunları söyler: "İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin, heva ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin."

Sabır[değiştir | kaynağı değiştir]

Sabır, elem, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek demektir. Sabır tasavvufta bir makam olduğu kadar, ahlakî bir kavramdır. Sabır iki yerde olur:

a. Kulun iradî fiillerinde

b. Kulun iradesi dışında kalan bela ve musibet anında

Sabır insana has bir sıfattır. Aynı zamanda hoşa giden şeylere de sabır gerekmektedir. Nimetlere sabır, onlara bel bağlayıp güvenmemektir. Sabır, bütün makamları, halleri, ahlakları, amelleri ve halleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir; çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki olarak huyların en kapsamlısıdır. Hiçbir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.

Tevekkül[değiştir | kaynağı değiştir]

Lügatte, işini birine havale etmek, vekile kalpten güvenmek anlamlarına gelmektedir. Gönlünde Allah'tan başka fail olmadığı inancı taşıyan kulun O'na güvenip dayanmasıdır. Tevekkül, ilk zahid-sufilerden itibaren tasavvuf çevrelerinde değişik şekillerde anlaşılmıştır.

Mutasavvıflara göre tevekkül, bir kalp işi ve güven duygusu olması itibariyle üç derecede gerçekleşir:

a. Kulun kendi vekiline karşı itimadı gibi Allah'a güvenmesi

b. Kulun annesinden başkasını tanımayan çocuk gibi, sadece Allah'a yönelmesi

c. Kulun kendini gassal önünde meyyit, rüzgar önünde yaprak gibi Allah'a teslim etmesi

Tevekkülü, tevekkül, teslim ve tefviz diye üçe ayıranlar da vardır. Tevekkül, Allah'ın vaadine güvenmek, teslim, O'nun bilgisiyle yetinmek, tefviz de Hakk'ın hükmüne razı olmaktır.

Bazı tasavvufi terimnler de şunlardır:

Aşk: İlahi aşk, kulun Allah'a olan sevgisi

Aşık: Allah'a erişmek isteyen kişi

Maşuk: Sevgili, Allah

Masiva: Allah dışındaki diğer varlıklar

Saki: İlahi aşk şarabını sunan kişi, doğru yolu gösteren şeyh

Şarap: İlahi aşk

Kâbe: Vuslat makamı

Şem (mum): İlahi nur

Çile: Nefsi köreltmek için yapılan terbiye, çekilen çile

Tekke: Tasavvufun öğretildiği yer, meyhane

Mürid: Tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse

Mürşid: Doğru yolu gösteren, ilahi aşkı anlatan

TASAVVUFİ HALK EDEBİYATI[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufi Halk Edebiyatı Nedir?[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvuf, kelime anlamıyla "sufi olma, sufiye yolunu izleme" demektir. Tasavvuf ehline mutasavvıf ya da sufi denir. Tasavvuf edebiyatı ise tasavvufla uğraşan kişilerin ortaya koyduğu ürünleri kapsayan edebiyat türüdür.Halk diline yakın bir üslûp kullanıldığında tasavvufî halk edebiyatı denir. Dinî -Tasavvufî Türk edebiyatında asıl olan sanat yapmak değil, dinî-tasavvufi düşünceyi yaymaktır. Tekke şairlerinin çoğu tarikatlarda yetişmiş şeyh ve dervişlerdir. Bu edebiyat, işlediği konularla halk dilini, düşüncesini, duygu ve inancını esas ala­rak toplumsal kesimlerin bütününe seslenmektedir. Dinsel halk edebiyatı, Ah­met Yesevi’nin Hikmet‘lerindeki öğretici unsurları, Yunus Emre’nin ilahilerindeki duygu ve düşünceleri aşılama, inandırma ve coşturma isteğini günümüze kadar sürdüregelmiştir. Dinsel halk edebiyatı bu yanıyla geniş toplumsal kesimler arasın­da birleştirici, ortak duyguları zenginleştirici bir işlev kazanmıştır. Mesaj iletme kaygısından dolayı İslami halk edebiyatı ürünlerinde dinsel temalar ağırlık taşı­maktadır.

Tasavvufi Halk Edebiyatının Genel Özellikleri Ve Tarihi[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufi halk edebiyatı din ve tasavvufla ilgili kavram, duygu düşünceleri halka yaymak amacıyla bir tarikata bağlı şairler tarafından yazılan şiirlerdir. Din şairlerinin çoğu tarikatlardan yetişmiş dervişlerdir. Hoşgörü ve ilahi sevgiyi benimsemişlerdir.Şairler tasavvufi düşünceyi yaymak için şiir yazmışlardır.Tekke şairleri hem divan şiiri hem de halk şiiri nazım şekillerini kullanmışlardır.Bu şairler hece ve aruz ölçüsünü ; dörtlük ve beyit nazım birimini kullanmışlardır.Düşüncelerini halka yaymayı amaçladıkları için sade bir dille yazmaya çalışmışlardır. Fakat yer yer tasavvuf ve tarikat terimlerine Arapça ve Farsça kelimelere yer verdikleri için dilleri divan şiirleri kadar ağır olmasa da halk şiiri kadar da sade değildir.Tasavvuf inancını benimsetme, halkın eğitme amacı öne çıktığı için yazılan eserler genellikle didaktik niteliktedir.

Anadolu Sahasında Tasavvufi Düşüncenin Başlangıçı[değiştir | kaynağı değiştir]

Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının önemli konularından birisi; tasavvuf ve tasavvufî eserlerdir. Türkler arasında tasavvufun anlamı ise, sadece mistik bir oluşum değil, bütünüyle bir eğitim sistemidir. Bu noktadan hareketle, Türkler arasında İslamiyet’in kabulünü takip eden yıllarda tasavvuf cereyanı gelişmeye başladıktan sonra, elbette bunun edebiyat sahasında da gelişme göstermesi gerekecekti ve de gelişti. Nitekim tasavvuf; Türk toplumunun geniş halk kitleleri arasında derin alâka ve heyecan uyandıran bir inanç, bir eğitim, bir fikir, bir irfan cereyanı ve aşk hadisesi olarak hayata geçirildi.Bilindiği gibi Orta Asya’da Ahmed Yesevî le başladığı kabul edilen Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı yani tarikat ekolü ve hikmet geleneği; dinî, ahlakî, sosyal, hukukî, edebî, birlik ve beraberliği içeren konuların üzerinde yoğunlaşmıştır. Türklerin Anadolu’ya göçüp yerleşmelerinden sonra Anadolu’da da kendini göstermiştir. Anadolu’ya gelen Türkler, ilk iş olarak Anadolu’da fikrî faaliyetlerini devam ettirdiler. Buralarda tasavvufun kısa zamanda yayılması, Yesevî tarikatının Anadolu’da halk eğitim-öğretim merkezi olan tekkelerin kurulmasını ve bu tekkelerin çeşitli kollarının fethedilen her vatan köşesine ulaştırılmasını sağlamıştır. Anadolu’da tekkelerin ve çeşitli tarikat kollarının kurulup gelişmesiyle, Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı da aynı şekilde gelişmiştir. Tekkelerde yetişen bu şairler; kalabalık halk topluluklarına sade ve güzel bir Türkçe ile şiir ve ilahiler söylemeye başladılar. Böylece Anadolu’da tarikat şairleri vasıtasıyla zengin ve kuvvetli bir Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı kurulmuş oldu. Bu edebiyatın Orta Asya’da kurucusu Ahmed Yesevî olduğu gibi; Anadolu sahasında da kurucusu Yunus Emre olmuştur. Ancak bu sahada eserler veren; Hacı Bektaş Velî, Ahmed Fakih, Sultan Veled, Âşık Paşa, Kaygusuz Abdal, Said Emre, Gülşehrî, Hacı Bayram Velî, Akşemseddin, Süleyman Çelebi… v.b. gibi mutasavvıf-velî şairler, aynı zamanda bu ekolun temelini ve devamını da oluşturuyorlardı. Bunlar Türkçe söylemek suretiyle halk üzerinde daha etkili olmuşlardır; çünkü İslamî emirleri, halkın anlayabileceği bir şekilde hece vezniyle ve dörtlüklerle söylemişlerdir. Daha sonraki yüzyıllarda bu şairlerin Türk dilini kullanışları, Türkçeye hizmetleri de büyük olmuştur. Bu edebiyatın Anadolu sahasında kuruluşunun öncüleri, başlangıçta Orta Asya’dan gelen dervişlerdir. Bunlar, Ahmed Yesevî’nin ve diğer Yesevî takipçisi Türk şairlerinin Türkçe şiir ve ilâhîlerini de getiriyorlardı. Hacı Bektaş Velî’nin Arapça olan Makalât‘ı Türkçeye manzum ve mensur olarak tercüme edilmiştir. Başlangıçta, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza ve Yunus Emre, Sultan Veled, Âşık Paşa, Gülşehrî, Kaygusuz Abdal, Sâid Emre gibi sufî Türk şairleri bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlar ve Türkçe söylemek suretiyle de halk üzerinde daha fazla etkili olmuşlardır. İslamî emirleri, halkın anlayabileceği bir şekilde hece vezniyle ve dörtlüklerle söylemişlerdir. Daha sonraki yıllarda bunların yolunda yürüyen bu şairlerin Türk dilini kullanışları, Türkçeye hizmetleri de büyük olmuştur.

13. Yüzyılda Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XIII. yüzyıl Anadolu’sundaki insanlar, buhranlar, istilâlar ve isyanlarla muzdariptir. Bu sosyal romantizmin içinde tekkeler; insan gönüllerini aşka ve Allah’a kanatlandırmakla topluma bir ümit, bir huzur ve bir teselli kaynağı olmuşlardır. Dolayısıyla bir taraftan Anadolu Selçukluları’nm sofilere derin saygı göstermeleri, öte yandan Moğol istilâsından kaçan büyük sofilerin Anadolu’yu vatan edinmeleri bunda etkili rol oynamıştır. Türkistan’dan, Horasan’dan ayrılan nice sofî, Irak ve Suriye gibi ülkeleri de denemekle beraber, kendi iman hayatlarına en uygun çevreyi Anadolu’da bulmuşlardır. Bu vesileyle Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatının en büyük şairleri bu yüzyılda Anadolu’da yetişmiştir. Böylece Anadolu’da Türkmen halk arasında tekkeler vasıtasıyla bir “tasavvuf hayatı” başlamıştır. Bu hayatın edebî mahsulleri gerek dil, gerek vezin, şekil ve söyleyiş bakımından çok daha millî olan Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatını doğurmuştur. Bu edebiyatın manzum yanını teşkil eden ve halk arasında gelişen bu Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı, Anadolu’da Türkçenin en güzel bir şekilde olgunlaşarak yerleşmesini de sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca bu asırda; “sırr-ı hikmet” manzumesinden olmak üzere fikrî, tercüme ve tasavvufî hareketler de bir hayli ilerlemiştir. Hacı Bektaş Velî ve Yunus Emre bu “sırr-ı hikmet”in Anadolu temsilcileridirler.

Bunlar bulundukları bölgelerde düşünce ve duygularıyla Anadolu halkına fikir bakımından büyük hizmetlere temel olmuşlardır. İlk başlangıcını Orta Asya’da “Yesevîlik” tarikatında gördüğümüz bu edebiyat; daha çok, halkın, hatta göçebe halkın malı olarak halk zevki, halk ananesiyle meydana gelmiş “Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı”dır. Bu edebiyatın en kuvvetli temsilcisi XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Yunus Emre’dir. O ve takipçisi olan Kaygusuz Abdâl; Türk dilini çok mükemmel bir şekilde kullanmalarıyla daha sonraki asırlarda Türk edebiyatını ve Türk dilini abideleştirmişlerdir. Zira Yunus Emre, Türk millî mefkûresinin ve İslam dininin inanç temellerini Anadolu’da Türk diliyle söylemiştir. Bu söyleyiş, halk tarafından âdeta gökten inmişçesine benimsenmiş ve hayata geçirilmiştir. Daha sonra onun takipçileri de dinî kurallarını Türkçe anlatmışlardır.

14. Yüzyılda Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XIV. yüzyıl Anadolu’sunda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, XIII. yüzyıldaki kadar iyi bir devir yaşamıştır. Bu asrın ilk yarısında “Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı” Yunus Emre’nin yolunda yürümüştür. Yunus tarzı söyleyiş, onun bu asırdaki çağdaşlarınca ideal söyleyiş olarak benimsenmiştir. O kadar ki, bu ve müteakip asırların Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı şairleri, şiiri Yunus gibi söylemeye çalışmakla kalmamış bazen Yunus’un ya “emre”liğini ya da “Yunus” adını unvan olarak kullanmışlardır. Bunlar ilâhiler söyleyerek asrın tekkelerinde büyük rağbet görüyorlardı. Bu asırda Sâid Emre ve Kaygusuz Abdâl, Yunus’un en önde gelen muakkiplerindendir. Kaygusuz Abdal; tam manasıyla bir Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı şairidir. Zira onun eserlerinin temeli “din, tasavvuf, vecd, bilim, sevgi, hoşgörü vb.ler”dir. Kaygusuz Abdal en az Yunus Emre kadar başarılı şiirler vermiştir. Kaygusuz, sanatı yönüyle de ondan geri kalmadığı gibi, eser ve şiirlerinin miktarı itibariyle de onun üstündedir. Onun on yedi bin beyte yaklaşan şiirleri ve on yedi eseri bize büyük bir mirastır. Ancak Kaygusuz Abdal, eserlerinin bu cesameti içinde kaybolmaz. Ufak tefek bazı kısımlar hariç onun şiiri her zaman üstün bir seviye gösterir.

15. Yüzyılda Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XV. yüzyıl Anadolusu’nda; “Dîni-Tasavvufî Halk Edebiyatı“, özellikle çeşitli coğrafyalarda bulunan Türk toplulukları arasında fikrî-dinî ve mimarî yönden bütün canlılığı ile gelişiyordu. Bu gelişme esnasında XV. yüzyıl Anadolusu’nda gittikçe güzelleşen bir mimari ile kurulan ve sayıları süratle çoğalan mescitler-camiler, medreseler-tekkeler türbeler, sebiller-çeşmeler vb. dinî hayat kadar Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatının da yücelmesine vesile olan abide eserler ortaya konuluyordu. Böylece aynı çağ Anadolusu’nda Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı bir çığ gibi büyüyordu. Eserler fazlasıyla veriliyordu.

Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre vb. gibi büyük mutasavvıfların kendi dönemlerinde ortaya koydukları zengin tasavvufî hayatın, XV. asırda bunları örnek alan Alâaddin Gaybî (Kaygusuz Abdal), Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, Süleyman Çelebi, Eşrefoğlu Rûmî vb. pek çok şair de yetişmiştir. Bu mutasavvıf şairler, hem eski gelenek çerçevesinde dinî hayatın en güzel meyvelerini edebî sahada verirken, hem de İslam dininin kurallarını en güzel bir şekilde Türk insanına, Türk dili ile onların anlayabileceği bir tarzda anlatıyorlardı. Bu yüzyılda; “Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı”, Yunus Emre’den beri, onun yolunda bir şair yetiştirmemekle beraber, aynı yolda eserler vermeye devam ediyordu. Tekkelerde ve tekke mensupları arasında bestelenerek okunmak için yine ilâhîler söyleniyordu. Mutasavvıf halk şairleri bu ilâhîleri, yine Yunus Emre tarzında ve onun yolunda söylüyorlardı.

16. Yüzyılda Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XVI. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının, bu çeşit şiirlerinde Mevlâna ve Yunus Emre tesiri mevcuttu. Fakat bu edebiyatın, en bol ve en güzel şiirleri yine bu dervişler arasında, Yunus tarzının bir devamı hâlinde idi. Halk söyleyişinin ve hece ile ilâhî tarzının bu kuvvetli terennümleri ardı arkası kesilmeyen birtakım ses ve heyecan dalgaları hâlinde, memleketin her tarafına yayılıyordu. Bu asrın tasavvuf şairleri arasında; Şeyh İbrâhim Gülşenî, Ahmed-i Sârbân, Vahib Ümmî ve Ümmi Sinan’ın önemli yerleri vardır. Ümmî Sinan aruz ve hece ile söylediği ilâhîleriyle büyük şöhret kazanmış ve Halvetîliğin Sinaniyye kolunu kurmuştur. Hece ile şiirleri Yunus tarzının devamıdır. Bu asırda Bektaşi şairlerinden Şâh İsmâil Hatayî, Pir Sultan Abdal, Kalender Abdal, Muhiddin Abdal, Yetim Ali Çelebi, Askerî’yi anabiliriz.

17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XVII. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk musikisiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilâhîlerin yayıldığı bir hava içinde gelişmiştir. Bu ilâhîler, geçen asırda ilâhî söylemiş Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı şairlerinin kendi besteleriyle tekrarlanmak suretiyle söylenir. Bunlar Yunus Emre’den beri devam ede gelen Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatını daha geniş sahalara yayan ve sevdiren hareketlerdir.

18. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

XVIII. asır Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı sahasında da fazla bir yenilik görülmemekte, ancak eskilerin özellikle Yunus geleneğini devam ettirmekte oldukları bilinmektedir. XVIII. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı, genel bir duraklama ve gerileme hayatı içindedir. Bu dönemde kendi sahasında eskisi kadar güzel eserler verilmez olmuştur. Daha çok halk kitlelerine seslenen bazı tarikat şeyhlerinin çok tanınmış eserleri bile bu dönemde ancak eski bilgi ve akideleri tekrarlayan, popüler hamle durumundadır. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri İstanbul’da, Bursa’da, İzmir’de vb. tarikat çevrelerinde Yunus geleneğini devam ettirmektedirler. Buna başka bir deyişle “İlâhi” geleneği de diyebiliriz.

Tekrarlanan ilâhîler, zaman zaman, güzel, ahenkli ve samimî olmakla beraber, ekseriye her tür söyleyiş sanatından uzak, vezin ve kafiye aksaklıkları içinde ve umumiyetle kültürsüz söyleşilerdir. Halk dilinde mevcut olan ilâhi cönklerini dolduran manzumeler arasında Yunus’un ve onun eski asırlardaki talebelerinin şiirleri vardır. Bu gibi halk cönklerinde, Şah-ı Merdan Hz. Ali aşkıyla nazmedilmiş Bektaşî-Alevî nefeslerinin zenginliği, dikkati çekecek ölçüdedir. Bu tarz nefeslerde de Pir Sultan Abdal’ın tesiri aşikârdır. Bu cönklerde bizzat Pir Sultan’ın veya ona isnat edilen manzumeler mühim yer tutar. Bu sırada Bursalı Şeyh İsmâil Hakkı, Edirne’de şeyh Sezâî, Keşanlı Şeyh Zatî, Üsküdarlı Şeyh Zekâî vb. mutasavvıf şâirler arasında en tanınmış olan hayatları ve eserleri etrafında menkıbeler teşekkül etmiş iki mühim isim: Diyarbekirli Ahmed Mürşidî ile Erzurumlu İbrâhim Hakkı’dır

19. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufi düşüncenin, genel anlamda Türk Edebiyatının bütününde önemli bir yeri vardır. Özellikle tasavvuf, Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatında geniş bir sahaya hitap etmesi bakımından meydana getirilen şiirlerde, uhrevî bir musikiyi işitmemek ise mümkün değildir. Bu edebiyattaki; içerik.bütünlüğü, halkın konuştuğu dil, uhrevî bir müzik ile birleşince, halk-cumhurun gür sesi Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatını yeniden vücuda getirmiş oluyordu. Bu asrın belli başlı Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı mensuplarından; Zekâî Mustafa, Selâmi Mustafa, Kuddusî Ahmed, Türabî dikkatimizi çekmektedir.

20. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı[değiştir | kaynağı değiştir]

Bu asır, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı alanında da başarılı eserler vermiştir. Özellikle, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve mevcut tekke şairlerinin de yeni gelişmeler gösterememesine rağmen, Cumhuriyet’in ilânını müteakip Mustafa Kemal Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri ile görevlendirdiği Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmed Akif’in bu sahadaki mensur ve manzum çalışmalarını biliyoruz. Ayrıca bu yüzyılın mutasavvıf şairlerinden; Edip Harabî, Mihrabî, Mehmet Nuri, Yozgatlı Hüzni, Âşık Molla Rahim, Derûni, Sıtkı, Zeynel Usul Baba, Ferid Kam, Ahmed Nâim, Ahmed Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Kemal Edip Kürkçüoğlu vb.lerini ve eserlerinin edebiyatımızda önemli yerlerin vardır.

Dini - Tasavvufi Halk Edebiyatında Nazım Türleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Hikmet[değiştir | kaynağı değiştir]

Şairin anlayış ve sezgilerine göre din konularını işleyen şiirlerdir. Hikmet şekil yönünden eski halk şiirindeki koşuk ve sagulara benzer. Hikmetlerde İslâmiyet’in esasları, tasavvuf âdâbı, kıyamet halleri, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler anlatılır. Yesevîlik’te şeyhin sözlerini öğrenmek, okumak ve yaymak gelenek halini almıştır. Aruzla yazılanları olmakla beraber genellikle 4+3=7, 4+4+4=12’li heceyle dörtlük biçiminde kaleme alınmış olup yarım kafiyeli ve çok kere rediflidir.

Hikmet Örneği

Her subh-dem nida kildi kulakımga
zikr ayt didi zikrin aytıp yördüm muna
ışksızlarnı kördüm irse yolda kaldı ol
sebebdin ışk dükkânın kurdum muna
Ahmet Yesevi

Günümüz Türkçesiyle

Sabahları kulağıma nida geldi:
"Zikr et!" dedi, zikrini deyip yürüdüm işte,
aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;
o sebebten aşk dükkânını kurdum işte.
Ahmet Yesevi

İlâhi[değiştir | kaynağı değiştir]

Allah'ı övmek amacıyla söylenen ya da dinî-tasavvufî konuları işleyen şiirlerdir. Allah aşkıyla ilgili duygu ve düşüncelerden oluşan ilâhiler tasavvufi halk edebiyatının en yaygın nazım türlerindendir. Bu şiirler başlangıçtan beri “nefes” olarak da adlandırılmıştır. Dinî törenlerde ve dergâhlarda kendine özgü bir makamla söylenir. Makamla söylenişleri bu şiirlerin yüzyıllar boyu nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaşmasına vesile olmuştur. İlâhilerin hem hece hem aruz vezniyle, çoğunlukla koşma veya gazel biçiminde yazıldığı kaydedilir. Dörtlük biçimindekiler 7, 8, 11’li heceyle, beyit biçimindekiler 11, 14, 16’lı hece ölçüsüyle yazılır. Kafiye düzeni "abab cccb dddb..."şeklindedir ayrıca ilk dörtlüğün uyak düzeni "xbxb" ya da "aaab" şeklinde de olabilir. En önemli temsilcisi Yunus Emre'dir

İlâhi Örneği

Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış islam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu
Aydan aydındır yüzleri
Şekerden tatlı sözleri
Cennette huri kızları
Gezer Allah deyu deyu
Yunus Emre

Nefes[değiştir | kaynağı değiştir]

Nefes genellikle Bektaşî ve Alevîler’in düşüncelerini dile getiren manzumeler olup “dua” anlamına gelir. Sünnî tekkelerinde makamla okunan dinî manzumelere ilâhi denilmesi yaygınlaşınca Alevî ve Bektaşîler cem, ikrar ve kurban âyinlerinde okudukları manzumeler için nefes kelimesini tercih etmiştir. Bu şiirlerde peygamberimiz Hz. Muhammet ve Hz. Ali'ye duyulan sevgi işlenir. Ayrıca tasavvuftaki vahdeti vücut (varlık birliği) kavramı anlatılır. Pir Sultan Abdal, nefesleriyle ünlüdür. Dörtlükler hâlinde hece ölçüsünün 7, 8 ve 11 'li kalıpları ile yazılır. Az da olsa aruzla yazılan örnekleri vardır.

Nefes Örneği

Ey erenler çün bu sırrı dinledim
Huzuru mürşide vardım bu gece
Hakikat sırrını andan dinledim
Evliya erkanın gördüm bu gece


Mürşidim Muhammed bildim yolumu
Rehberim Ali'dir verdim elimi
Tığbend ile bağladılar belimi
Erenler meydanın gördüm bu gece
Pir Sultan Abdal

Şathiye[değiştir | kaynağı değiştir]

Şathiye kelimesi Arapça "şath" sözcüğünden gelmektedir. O da "alaylı söz" demektir. Dini-Tasavvufi Halk Edebiyatı nazım türü olan şathiye, gerçekte derin konuları işleyen felsefik şiirlere verilen isimdir. Dinin ilkelerinden, inançlardan teklifsizce ve alaycı bir dille söz ediyormuş gibi bir izlenim taşır. Görünüşte saçma sanılan bu şiirler aslında toplumun ve insanların eleştirisini yapmakla birlikte tasavvuf kavramlarını anlatır. Genellikle Bektaşî şairleri tarafından söylenir. Bu tarz şiirlerde tasavvufa bağlı görüşler, şaşırtıcı bir alaycılık içerisinde dile getirilir. Yûnus Emre, Seyyid Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Kaygusuz Abdal gibi şairler bu tür şiirler yazmıştır

Şathiye Örneği

Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen koca Tanrı
Alim okur kelam ile
Sen okursun hece Tanrı
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kulum geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı
Kaygusuz Abdal

Devriye[değiştir | kaynağı değiştir]

Tasavvufi edebiyat nazım türü olan devriye insanın var oluşunu anlatan tasavvufi şiirlere denir. Devriyelerde devir kuramı anlatılır. Devir kuramı, Resulullah'ın "Ben nebi iken Âdem su ile çamur arasındaydı" hadisi ile ilgilidir. Tasavvuf ehline göre vücut halindeki Resulullah yeryüzüne sonradan gelmiştir. Hâlbuki ruh halindeki Resulullah ezelden beri vardı. Vakti geçen ruh maddi âleme iner. Sonra ilk büyük ruh olan Allah'a döner. İşte bu iniş ve çıkışı anlatan şiirler devriye olarak adlandırılır. Devriyeler, 11'li hece ölçüsüyle söylenir. Ölçü ve uyak bakımından ilahi türüne benzer. Devriyelerde dil sade olmakla birlikte yer yer Arapça ve Farsça sözcüklere de rastlanır.

Devriye Örneği

Cihan var olmadan ketm-i ademde
Hakk ile birlikte yekdaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben
Anasırdan bir libasa büründüm
Nar-ı bad-ı âb- hâkten göründüm
Hayrülbeşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben
Hazı Bektaşi Çelebi

Nutuk[değiştir | kaynağı değiştir]

Tekke önderlerinin,pirlerin ve mürşitlerin, tarikate yeni girenlere tarikatın adabını, derecelerini öğretmek amacıyla yazdıkları öğretici şiirlere nutuk adı verilir. Öğretici ve öğüt verici özellikleri ön planda oldukları için nutuklar didaktik özellikler taşır. Daha çok Bektaşîliğin gelenek, âdet ve âdâbını öğretmek amacıyla yazılan nutukların belli bir nağmesi ve özel bir bestesi yoktur; bir anlamda nefeslerin sazsız söylenenleridir. Nutuklar genellikle 11'li hece ölçüsüyle yazılır fakat 7'li ve 8'li hece ölçüsüyle yazılanlar da vardır. Kafiye düzeni "abab/cccb/dddb/eeeb" şeklindedir ve en önemli temsilcisi Kaygusuz Abdal'dır.

Nutuk Örneği

Eliftir doksan bin kelamın başı
Var Hakk'a şükreyle beni n'eylersin
Vücudun şehrini arıtmayınca
Yüzünü yumaya suyu n'eylersin
Vücudun şehrini verme gayrıya
Hatır yıkıp güç eyleme gayrıya
Var bir amel kazan Hakk'a yaraya
Hakk'a yaramayan huyu n'eylersin
Pir Sultan Abdal

Methiye[değiştir | kaynağı değiştir]

Dört halifeyi, sahâbîleri, velîleri öven ve onların ruhaniyetinden istimdadı konu alan şiirlerdir. Tarikat kurucuları ve pîrleri için yazılan şiirlerle bazı müridlere hitaben söylenen şiirler de buna dahildir. Halk arasında bu tür şiirlere ilâhi denilirken aruzla yazan şairler bunlara “istigāse” adını vermiştir. “Selâmnâme” olarak da anılan methiyeleri tekke şairleri maddî bir menfaat beklemeden kaleme almıştır.

Mersiye[değiştir | kaynağı değiştir]

Din ve tarikat ulularının vefatından duyulan üzüntüyü dile getiren, meziyetlerini anlatan, bu arada dünyanın geçiciliğini vurgulayan şiirlerdir. Daha çok Alevî-Bektaşî şairleri tarafından yazılan mersiyelerde bir taraftan Ehl-i beyt sevgisi ifade edilir. Bu şiirler, muharrem ayında tekkelerde yapılan âyinlerde mûsiki eşliğinde topluca veya mersiyehanlar tarafından okunduğu için “muharremiyye” adıyla da anılır.

Dini - Tasavvufi Halk Edebiyatında Nazım Biçimleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Şiraz'dan bir Mesnevî örneği.

Tekke şairleri, şiirlerinin bir kısmını, divan şiirinde kullanılan nazım şekillerini ve aruz ölçüsünü kullanarak yazmışlardır. Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinde kaside, gazel, kıt’a, murabba, terkîb-i bend, tercî-i bend, mesnevî gibi divan şiirinde de karşımıza çıkan bazı nazım şekilleri kullanılmıştır.

1.Kasîde: Divan şiirinin temel nazım şekillerinden birisi olan kaside, din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan şiirlerde kullanılmıştır. Öncelikle Arap edebiyatında ortaya çıktığı söylenen kaside, özellikle 15. yüzyıldan itibaren Türk edebiyatında da rağbet görür. Kasidelerde beyit esastır. 31 ile 99 arasında değişen beyitlerle yazılan kasidelerde ilk beyit kendi arasında diğer beyitler ise ilk beytin ikinci mısrasıyla (aa, ba, ca, ça, da) kafiyelidir.

2.Gazel: Gazel, bir edebiyat terimi olarak, ilk beytinin mısraları birbiriyle, diğer beyitlerinin ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli, aynı vezinle söylenmiş, genellikle beş beyit ile dokuz beyit arasında şiirlerin yazıldığı bir nazım biçiminin adıdır. Bununla birlikte beyit sayısı 15'e kadar çıkan gazeller de görülür. Dört beyitli gazellere ise nadir olarak rastlanmaktadır.

Üç veya dört beyitli gazeller aslında eksik gazeller olduğundan bu manzumeler gazel-i nâ-tamâm (eksik gazel) olarak adlandırılmıştır. Gazel genellikle 5 beyitle yazılmıştır. Gazelin bir diğer adının penç-beyt (beş beyit) olması da gazelin daha çok beş beyitli bir nazım biçimi olarak kabul edildiğini göstermektedir. Fuzulî gibi bu kurala uymayan bazı şairler de olmakla birlikte, Divan edebiyatında şairler daha çok beş beyitli gazeller yazmışlardır. 15 beyitten uzun gazellere gazel-i mutavvel (uzun gazel) adı verilir.

Gazelde kafiye düzeni kasîdede olduğu gibi aa, ba, ca, ça, da şeklindedir.

3.Mesnevi: Divan edebiyatının nazım şekillerinden birisi olan mesnevinin sözlük anlamı "ikişer, ikişerli" demektir. Edebiyat terimi olarak anlamı ise, her beyiti kendi arasında kafiyeli iki beyitten binlerce kadar uzanan bir nazım şeklidir. "aa bb cc dd vs." şeklinde kafiyelenir. Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinde mesnevi nazım şekli, din ulularını konu alan bazı şiirlerde kullanılmıştır.

4.Murabba: Murabbalar, dört mısralık bentlerden oluşurlar. Kafiye düzeni olarak aaaa, bbba, ccca, ççça gibi yapıya sahip bu nazım şekli, dört ve sekiz bent arasında değişen bir hacme sahiptir. Murabba nazım şeklinin kullanıldığı şiirlerde konu sınırlaması olmamakla birlikte dinî ve didaktik konularda daha çok bu nazım şekline başvurulmuştur.

5.Terci-i Bend: Terci-i bend, “hâne” adı verilen gazel biçiminde kafiyelenmiş beş on beyitlik şiir parçalarının vasıta adı verilen ve sürekli tekrarlanan bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan nazım şeklidir. Kafiye düzeni aa xa xa xa xa bb – cc xc xc xc xc dd olabileceği gibi aa aa aa aa bb – cc cc cc cc cc dd şeklinde de olabilir. Terci-i bendlerde bentleri birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrar edilir. Felek, Allah’ın kudreti, evrenin sonsuzluğu ve hayatın zorluklarını konu edinen terci-i bendi Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinde en fazla Kaygusuz Abdal kullanmıştır.

6.Terkîb-i Bend: Şekil özellikleri açısından terci-i bende benzeyen terkîb-i bendlerde bentlerin sonunda yer alan vasıta beyti, her bendin sonunda değişir. Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinde bu nazım şeklini kullananlar arasında üç terkîb-i bendiyle Kaygusuz Abdal dikkat çekmektedir.

7.Kıt’a: En az iki beyitten oluşan bir nazım şekli olan kıt’anın a-b, c-b, d-b, e-b şeklinde bir kafiye düzeni vardır.

Tasavvufi Halk Edebiyatının Önemli Temsilcileri[değiştir | kaynağı değiştir]

Ahmed Yesevî[değiştir | kaynağı değiştir]

Ahmet Yesev, Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Karahanlılar'ın hüküm sürdüğü çağlarda Orta Asya'nın iktisadî, sosyal, siyasi ve medeni hayatında önemli bir yer tutan, Türkistan şehri yakınlarında Sayram kentinde doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veya Akşehir adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir.

Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yûsuf el-Hemedânî’ye intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrâhim adlı bir kişidir. Annesi ise Şeyh İbrâhim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Şeyh İbrâhim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine gitti ve oraya yerleşti.

Ahmet Yesevi'nin Türbesi

Eğitimine Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap ederek onun irşad ve terbiyesi altına girer. Daha sonra Ahmed Yesevî irşad postuna oturur.

Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Türkistan'da İslâmiyeti yaymak maksadıyla Yesi'ye geri döner.Ahmet Yesevi tarihte bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfı unvanını taşır. Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet adıyla yüzyıllar sonra derlenecek olan Hikmetleri aracılığıyla Türklere İslam'ı kolaylaştırarak benimsetmiştir. Bunun için İslam inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile uygun biçimde birleştirme yolunu seçmiştir. Ahmed Yesevî, Yesevîlik tarikatını kurucusu olarak kabul edilir. Türkistan Türkleri'nin İslam’ı kitleler halinde kabul etmeye başladığı 10. yüzyıl, Türk dünyası için tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Ahmed Yesevî, bir yandan İslâm şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikat adap ve erkânını öğretmeye çalışırken bir yandan da İslâmiyet'i Türklere sevdirmeyi, Ehl-i Beyt âkidesini yaymayı ve yerleştirmeyi kendine gaye edinmiştir. Bu eğitmenlik vasıflarından ötürü hikmetleri lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmektedir.

Yesevî, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen eserlerini Türkçede vermiştir bunun sebebi o dönemdeki halkın Arapça ve Farsçayı bilmemesidir.Hikmetlerini halka İslamı tanıtmak amacıyla halkın günlük konuşma diliyle yani Türkçe yazmıştır. Ahmet Yesevi Dini-Tasavvufi halk edebiyatının kurucusu kabul edilir. Divan-ı Hikmet bu türdeki ilk eser olarak kabul edilir. Ahmet Yesevi' 63 yaşından sonra "Çilehane" adı verilen dervişlerin çile dönemleri için yapılmış, yalnızca küçük bir kapısı bulunan, penceresiz ve dar oda anlamına gelen bir yere girmiş ve buradan yeryüzüne bir daha 73 yaşına kadar hiç çıkmamıştır. Çilehanede geçen zamanlarında ise görevini yerine getirmeye ve yine öğrencilerini yetiştirmeye devam etmiştir. Ahmet yesevinin çilehaneye girmesinin sebebi Resulullah'ın 63 yaşına gelince vefat etmesidir. Ahmet Yesevi 63 yaşında toprağa giren Resulullah'tan daha fazla yeryüzünde yaşayaamz ve toprağın altındaki çilehanesine girer ve ölünceye kadar yani 73 yaşına kadar buradan çıkmaz.

Yûnus Emre[değiştir | kaynağı değiştir]

Yunus Emre Heykeli

Yûnus Emre’nin tarihî ve menkıbevî hayatını anlatan pek az belge ve kaynak vardır. Biz, onun hayatını, daha çok “Menkıbevî Eserler”den, halk rivayetlerinden öğreniyoruz. Ona ait müstakil bir menâkıbnâme ise bugüne kadar elde edilememiştir. Ancak onun menkıbevî hayatına ait bazı bilgileri; Hacı Bektaş Velî Velayet-nâmesi, Vakıat-ı Uftade, Bahsü’l Velayet vb. adlı yazılı kaynaklardan kısmen de olsa, fakat birbirini teyid edici mahiyette bulabilmekteyiz. Yûnus Emre’nin hayatında Tapduk Emre’nin önemli bir yeri vardır. Bu sebeple Yûnus ve Tapduk Emre münasebetlerini menkıbevî açıdan ele alırken onun şeyhinin “Tapduk Emre” olduğunu görüyoruz.

Yûnus Emre ve ailesinin Anadolu’ya ne zaman ve nereden gelip yerleştiği hususunda bu gün için yeterli bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte XII. ve XIV. asırların siyasî ve sosyal durumu, Anadolu’ya yapılan göçlerin istikameti dikkate alınarak Yûnus’un Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiği, çiftçilikle uğraştığı görüşü kabul edilmektedir. Yûnus Emre; tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf gibi İslamî ilimleri okumuş, aruzla şiir yazabilecek kadar edebî bilgilere vâkıf, Şirazlı Sâdi’nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçaya aşina bir şairdir. Arap, İran ve Yunan mitolojilerini az da olsa bilen bir mutasavvıftır.

Yûnus’un doğum yeri hakkındaki bilgimiz de yetersizdir. Ancak Hacı Bektaş Velayet-nâmesi’nde Yûnus’un Sivrihisar’ın Sarıköyü’nde doğduğu kayıtlıdır. Bu bilgiyi, Mecdî ve Lâmiî de teyit etmektedir. Yani Şakayık’ta Yûnus’un şeyhi Tapduk Emre’nin Sakarya Nehri’ne yakın bir yerde ikamet ettiği, Yûnus’un ise, Bolu civarında bir yerde oturduğunu belirtir. Nefahat Tercümesi’nde ise Yûnus’un Kütahya Suyu’nun üzerinde, o suyun Sakarya’ya karıştığı yere yakın bir mahalde yattığını söyleyerek Velayetnâme’nin verdiği bilgiyi doğrular. Âşık Çelebi de Meşairü’ş- şu-âra adlı eserinde Yûnus Emre’nin Bolulu olduğunu zikreder.

Yunus-Emre-Çeşmesi Viyana’nın Türkenschanzpark parkında bulunmaktadır.

Yûnus’un XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın birinci yarısında yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Bu da onun Anadolu Selçuklularının son devriyle Beylikler ve Osmanlı’nın kuruluş yıllarında yaşadığını gösterir. Yûnus’un doğum ve ölüm yerleri ile irşat faaliyetleri hakkındaki bilgiler de yetersizdir. Ancak Hacı Bektaş Velî Velayet-nâmesi’nin en eski nüshalarında, onun Sivrihisar yakınında Sarıköy’de doğduğu ve orada vefat ettiğinin yazılı olduğu görülmektedir. Yûnus Emre, dünden bugüne kaynaklarda bu isimle tanınmış ve tanıtılmıştır. Yûnus Emre’den bahseden kaynaklarda; Hacı Bektaş Velayet-nâmesi, Lamiî’nin Nefahat Tercümesi, Mecdi’nin Şakayık Tercümesi ve Âşık Çelebi’nin Meşairü’ş-Şuara’sında onun ismi daima “Yûnus Emre” olarak geçmektedir. Hatta şairimiz, bazı beyitlerinde kendi adının “Yûnus” olduğunu söyler. Yûnus Emre, şiirlerinde mahlas olarak; “Yûnus, Yûnus Emre, Âşık Yûnus, Bî-çare Yûnus, Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Koca Yûnus, Tapduk Yûnus Dedem…” gibi adlar kullanmaktadır. Yûnus Emre’nin vefat tarihi hakkında günümüze kadar muhtelif görüşler ileri sürülmüş ise de, Adnan Sadık Erzi’nin bulup yayımladığı belgeyle bu tartışmalar biraz bitmiş görünmektedir.

“Tarih dahi yidi yüz yidi idi, Yûnus canı bu yolda kodı idi”

beyti ile 1307 senesinin, Risâletü’n-Nushiyye’nin yazılıp bittiği tarih kabul edilmektedir. A. Sadık Erzi’nin Bâyezid Kütüphanesi’nde tespit ettiği belgeyi neşretmesinden sonra, bütün ilim ve fikir adamları, Yûnus Emre’nin vefat tarihinde ortak bir kanıya varmışlardır. O da 1320 senesidir. Bütün bu vesikalar ve Yûnus’un eserlerindeki genel hususiyetler dikkate alınacak olursa Yûnus 1320-1321’de vefat etmiştir. Yûnus’un mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Belgelerin azlığı ve onu sevenlerin çokluğu sebebiyle, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ve Azerbaycan’da ona ait birçok mezar gösterilmektedir. Bunlardan bazıları Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy, Kula, Bursa ve 7 farklı şehirdir. En önemli Tasavvufi halk edebiyatı eseri Risâletü’n-Nushiyye'dir

İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür

Sen kendini bilmezsin yâ nice okumakdur

Okumakdan mânî ne kişi Hakk’ı bilmekdür

Çün okıdun bilmezsin ha bir kurı emekdür

Yunus Emre

Kaygusuz Abdal[değiştir | kaynağı değiştir]

Kaygusuz Abdal

Kaygusuz Abdal; XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın birinci yarısında yaşayan, Teke ili Alâiye sancağı beyinin oğludur. O; tamamıyla bir “tasavvuf şairi, toplumun Hocası ve Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatının Yûnus Emre’den sonra en önemli temsilcileri'nden biridir. Çünkü Kaygusuz, tasavvufî vecd ve heyecan bakımından en az Yûnus Emre kadar başarılı şiirler vermiş ve Yûnus’un sanatından geri kalmadığı gibi, eser ve şiirlerinin miktarı itibarıyla onun üstündedir. Zira onun on yedi bin beyti geçen şiirleri ve on dört müstakil (manzum-mensur ve manzum+mensur karışık) eserleri ondan bize kalan büyük bir mirastır.

Kaygusuz; çok iyi tahsil görmüş, zamanının maddî ve manevî ilimlerini öğrenmiş, Alâiye Sancağı Beyinin oğlu ve asıl adı Gaybî’dir. Elde edilen bilgilerde Kaygusuz’un ailesi, doğumu ve çocukluğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Abdal Mûsâ’nın müridleri arasında Kaygusuz yer almaktadır. Esasen bugüne kadar yapılan bütün araştırmalarda bu husus kabul edilmektedir. Şu halde Abdal Mûsâ’nın yaşadığı devrin, Kaygusuz’un yaşadığı devre de ışık tutacağı tabiidir.

Kaygusuz’un bazı şiirlerinde geçen tarihî şahsiyetler de onun yaşadığı devir hakkında fikir vermektedir. Onun şiirlerinde geçen Murâd Han, İshak Beg ve İbni Fenârî isimleri, bazı araştırıcıları yanıltmıştır. Muhtar Yahya Dağlı ve Vasfi Mâhir Kocatürk bu şahısları XV. yüzyıl ricali olarak kabul etmektedirler. Ancak Muhtar Yahya Dağlı bu noktadan hareketle Kaygusuz’u da XV. yüzyıl ricalinden sayarken, Vasfi Mâhir Kocatürk, XV. asırda yaşamış ikinci bir Kaygusuz olduğunu ileri sürmektedir. Hâlbuki bu, ikinci bir Kaygusuz değil, aksine bizim Kaygusuz Abdal’ın ta kendisidir.

Kaygusuz Abdal’ın adı üzerinde bugüne kadar yapılan araştırmalarda Onun asıl adının “Gaybî” olduğu üzerinde birleşilmiştir. Çünkü Menâkıb-nâme’de “Gaybî” adı açıkça zikredilmektedir. Ancak Kaygusuz’un asıl adının sadece Gaybî olduğu düşünülemez. “Gaybî”, daha çok ikinci bir ad veya mahlâs intibaını uyandırmaktadır. Böylece Türk halkı arasında “Gaybî” kelimesinin isim olarak kullanıldığı pek görülmez. O halde Kaygusuz’un asıl adının bir başka isim olması icap eder. Bu husus üzerinde şimdiye kadar sadece Muhtar Yahya Dağlı durmuş, “Gaybî”nin Kaygusuz’un göbek adı olması gerektiğini, asıl adının “Ahmet Gaybî, Alâeddin Gaybî ve emsali gibi” bir şekli olması icap ettiğini belirtmiştir. Kaygusuz, şiirlerinin büyük bir çoğunluğunda, “Kaygusuz Abdal”, Kul Kaygusuz, Miskin Kaygusuz, Sarayî, Miskin Sarayî” mahlâslarını kullanmaktadır. Bizim tespit ettiğimize göre Kaygusuz Abdal, yedi şiirinde Sarayî mahlâsını kullanmıştır.

Kaygusuz, birkaç şiirinde kendisinden “Miskin Kaygusuz” ve “Miskin Sarayî” olarak da bahsetmektedir. Yûnus Emre’de de görülen bu “Miskin” sıfatı yine tasavvufî bir mana taşır.

Kaygusuz Abdal’ın ölüm tarihi hakkında herhangi bir tarihî belge mevcut değildir. Sadece, Mısır’daki Bektaşî şeyhlerinden Ahmed Sırrı Baba, hiçbir kaynak belirtmeden Kaygusuz Abdal’ın 1444’te vefat ettiğini yazar. Ahmed Sırrı Baba’nın verdiği bu ölüm tarihini Rıza Nur, Anna Maria Schimmel, Walter Björkmann ve Rudolf Tschudi de aynen kabullenmektedirler. Bazı araştırıcılar da kesin bir ölüm tarihi vermemekle beraber Kaygusuz’un XIV. asrın sonlarında veya XV. asrın ilk yarısında yaşadığını kaydederek onun XV. yüzyılın birinci yarısında ölmüş olabileceğini kabul ederler.

Bülbül isen gülşene gel Tâvus isen bostâne gel

Baykuş isen vîrâna var mürg-âb isen emmâne gel

Terk eyle bu hasetliği bilmezliğe ver biligi

Varlığını yokluğa say bî-nişân ol nişane gel

Kaygusuz Abdal

Pîr Sultan Abdal[değiştir | kaynağı değiştir]

Pir Sultan Abdal Heykeli

Pir Sultan Abdal, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başlarında yaşamıştır. O, Sivas’ın Yıldızeli kazasına bağlı Banaz köyünde doğmuş, Sivas’ta ölmüştür. Fakat doğum ve ölüm tarihleri kesin bir şekilde bilinmiyor.

Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde; Allah, Hz. Muhanmmed, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve daha pek çok veliye olan derin bir bağlılık, İslamî ve Bâtıni inanışlarla kaynaşmış bir vahdet-i vücud halitası görülmektedir. Hatta bunlar, bir inançtan çok, bir iddia durumundadır. Yani onun bu ifadelerinde, dünya emelleri peşinde koşan ve isyan eden bir ruhun değişik ihtiraslarını da görmek mümkündür. Bu cümleden olarak o şiirlerinde; İslam dininin itikadî yönlerinden çok, bazı Bâtıni inanışları, hatta bazı İslamî bilgileri tebliğ etmek yerine, bağlı bulunduğu yolun prensiplerini işlemektedir. Dolayısıyla onun bu dini terminolojileri işleyişinin yanında, eserlerinde görülen bazı farklılıkların bulunması ise, halkın anlayabileceği üslupta bir yönüyle tasavvufa yüzeysel de olsa temas ettiğini göstermektedir. Ancak onun eserlerinde; İslam dininin itikat ve ibadete müteallik inanç sistemine dair olan terminolojileri kullanması, onun tasavvuf anlayışını biraz olsun belirtmekte ve özellikle kendi Batıni prensiplerini de ortaya koymaktadır. Bu sebeple onun bu tür belli başlı yaklaşımları, hemen hemen bütün manzumelerinde de görülmektedir.

Bilindiği gibi Pir Sultan Abdal; özellikle Alevî-Bektaşî inanışlarını ağırlıklı olarak işlediği manzumelerinde; Allah, Peygamberler, Melekler, Kitaplar, Dünya, Ahiret, Divân, Mizan, Sırat Köprüsü gibi itikadî kavramların yanı sıra, Hz. Ali, Ehl-i Beyt, On İki İmam, Tenâsüh vb. konular çevresinde de durmaktadır. Bu sebeple onun kullandığı araç ile varmak istediği amaç arasında bazen çelişkiler de göstermektedir ki, günümüzde onu isteyen grup istediği tarafa doğru çekip götürmektedir. Çünkü onda bazen isyancı bir ruh, bazen de toplumun sosyal konularına rahatlıkla eğilen ve onları acımasızca tenkit edebilen bir gücün bulunması, dinî bilgisini de bu sahada rahatlıkla kullandığını göstermektedir. Bu dinî bilgiler çerçevesinde bir yandan itikadî, ibadî, diğer yandan da tasavvufî konuları rahatlıkla eserlerinde işleyebilmesi dikkat çekmektedir.

Pir Sultanım Abdal, yüksek uçarsın

Selamsız sabahsız gelir geçersin

Aşık, muhabbetten niçin kaçarsın

Böyle midir yolumuzun töresi

'Pir Sultan Abdal

Hacı Bayram Velî[değiştir | kaynağı değiştir]

Hacı Bayram Veli Türbesi

Hacı Bayram Velî‘nin asıl adı Nûman’dır. Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunlucalı Ahmed’in oğludur. Kendisi kuvvetli bir medrese (üniversite) tahsili görmüş, ilim yolunda “müderrisliğe-profesörlüğe” kadar yükselmiştir, Müteâkiben Ankara’da Kara Medrese-Melike Hatun Medresesi’nde “Müderris-Profesör olarak” hocalık yapmıştır. Bu sırada, Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh fiücâ vasıtasıyla Kayseri’ye davet edildi. Burada şeyhinin gönül yüceliğini gördü ve ona hayran kaldı. Hacı Bayram Velî, ona intisap etti ve müderrisliği terk ederek büyük bir ruhî istidat gösterip “tasavvuf-tefekkür ve iman yolu”nu seçti. Kendisine tasavvuf yolunda el veren şeyhi Hamudiddin Aksarayî ile birlikte Rûm, Şâm ve Hicâz’a gitti. Mekke’de üç yıl kadar kaldı. Daha sonra yine şeyhi ile birlikte Aksaray’a yerleşti. fieyhi’nin vefatından sonra onun halifesi olarak Ankara’ya döndü. İlk icraat olarak da, ilim-tasavvuf-toplum hocalığındaki öncülüğü, birleştirici-bütünleştirici yönleriyle, Halvetiyye (Safaviyye) ve Nakşîbendiye tarikatlarını da birleştirerek Bayramiyye tarikatını kurdu.

Hacı Bayram Velî; bilgi, sabır, beceri, tefekkür ve hoşgörü ile tasavvufî olgunluğa ulaşarak “ilim-tasavvuf sentezi”ni yapmıştır. Bu cümleden olarak Hacı Bayram Velî’nin müritleri ve halifeleri arasında; Yazıcızade Mehmed Efendi, Fâtih’in Hocası Akşemseddin ve Eşrefoğlu Rûmî’nin de bulundukları bilinmektedir.

Böylece kısa zamanda şöhreti bütün Anadolu’ya yayılan Hacı Bayram Velî, çevresine, çoğu toprakla uğraşan ziraatçı halktan meydana gelen büyük bir cemaati toplamayı başardı. Şöhretini çekemeyen bazı din adamları; onu, şeriata uymayan bir hareketin temsilcisi gibi göstererek değişik senaryolar hazırlayıp, devrin padişahı Sultan II. Murad’a şikâyette bulundular. Bunun üzerine Hacı Bayram Velî, padişah tarafından Edirne’ye davet edildi. O da, Akşemseddin gibi birkaç müridiyle birlikte Edirne’ye giderek padişahı ve diğer devlet büyüklerini ziyaret etti. Saray çevresince Hacı Bayram Velî’de görülen bazı olağanüstü hâller sebebiyle, saray erkânınca derhal fark edildi ve sorguya lüzum görülmeden özür dilenerek padişahın ihsanına mazhar oldu. Hacı Bayram Veli, Edirne’de kaldığı sürece, II. Murad’ın da talimatıyla Eski Câmiî’de vaazlar verdi. II. Murad, Hacı Bayram Velî’nin dönüşünü bizzat makam arabası ile sağladı. Hacı Bayram Velî de Ankara’ya dönüşü esnasında Gelibolu’ya da uğradı; orada Muhammediye’nin yazarı Yazıcızâde Mehmed Efendi ve onun kardeşi Ahmed Bîcan’la görüştü, onları da tarikatına dâhil etti.

Hacı Bayram Velî’nin, Anadolu’daki millî edebiyatın ve tasavvufî hayatın gelişip yayılmasında büyük rolü olmuştur. Bu cümleden olmak üzere başta Akşemseddin, Eşrefoğlu Rûmi, Dede Ömer Sikkinî, Akbüyük, Kızılca Bedreddin gibi birçok halife de Hacı Bayram Velî’nin yanında yetişmişlerdir. Hacı Bayram Velî, 1429-30’larda Ankara’da vefat edince, bugün yine Ankara’da kendi adıyla anılan Hacı Bayram Camii Külliyesi’nde, yani İmparator Augustus Mâbedi’nin de yanındaki türbesinde ebedî istirahatgâhına defnedilmiştir.Hacı Bayram Velî’nin müstakil yazılı bir eseri yoktur. Fakat yetiştirdiği pek çok eser olarak mübarek kişiler vardır. Bunların eserlerinde onun emekleri çoktur. Kısacası Hacı Bayram Velî, teşkilatçı bir mutasavvıftır. Onun eseri insandır ve onu da yetiştirmiştir. Bu bakımdan “toplumun hocası olarak” hizmeti de büyük olmuştur. Hacı Bayram Velî’nin bugün elimizde aruzla iki, heceyle de üç şiiri bulunmaktadır. Şathiyye ve ilâhî tarzındaki bu şiirlerinin bazıları bestelenmiş olup eskiden tekkelerde zikir sırasında okunurdu.

N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm

Derd-ü gamınla doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm

Yanmada derman buldu bu gönlüm

Hacı Bayram Velî

Niyâzî-I Mısrî[değiştir | kaynağı değiştir]

Niyazî-i Mısrî‘nin asıl adı Mehmed’dir. Malatya’nın Soğanlı köyünde 12 Rebiu’l-ev-vel 1027/1617’de doğmuştur. Babası, Soğancızade lâkabıyla tanınan Ali Çelebi, başka bir yerden Malatya’ya gelmiş ve Nakşibendiye tarikatına intisap etmiş biridir. Mehmed Niyazi, kardeşi Ahmet ile birlikte medreseye devam eder ve Islamî konulardaki bilgisini ilerletir. Küçük yaştan itibaren tasavvufa ilgi duyar. Medreseden icazet alıp çıkınca, çeşitli camilerde verdiği vaazlar halkın büyük ilgisini çeker. Önce Malatya’da Halveti şeyhlerinden Hüseyin Efendi’ye intisap eder, onun nezaretinde halvete girer. Daha sonra şeyhi ile anne ve babasının da iznini alarak uzun bir seyahate çıkar. Bu sırada yirmi bir yaşlarındadır.

Diyarbakir, Bağdat ve Kerbelâ yoluyla ancak dört yılda Mısır’a gelebilir. Kahire’de bir Kadîrî şeyhine bağlanır. Burada iken gördüğü bir rüya üzerine Istanbul’a geri döner. Istanbul’da devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarıyla görüşür. Bir süre sonra Bursa’ya gider. Orada Ulu Câmi’nin yakınındaki medreselerden birine yerleşir ve riyazete devam eder. Bursa’dan Uşak’a geçer ve orada Şeyh Mehmed’in dergâhına yerleşir. Burada Ümmî Sinan’la tanışır. Birlikte Antalya’nın Elmalı kazasına giderek orada bir yandan vaazlar verir, bir yandan da dergâha hizmet eder. Daha sonra tekrar Uşak’a Mehmed Efendi’nin dergahına dönerler. Şehir dışında bulunan bir caminin minberinin altında çilesini tamamlar. Buradan da Çal’a ve Kütahya’ya gider; bu sırada şeyhi Ümmî Sinan’ın vefatını duyar ve Uşak’a geri döner, fakat üzüntüsünü bertaraf edemeyince tekrar Bursa’ya döner.

Bursa’da bir tanıdığının evinde zikir ve ibadetle meşgul olur. 47 yaşında iken evlenir. Artık şöhreti Bursa sınırlarını aşmış, bütün imparatorluğa yayılmıştı. Bundan sonra Bursa Ulu Câmi’de va’zlar vermeye başlar. Istanbul’da tekkeler aleyhine başlatılan bir kampanya üzerine, 1665’te sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın davetine uyarak Edirne’ye gider. Dönüşünde, Istanbul’da verdiği bir vaazdan sonra, tekkeler aleyhindeki faaliyet durdurulur. Tekrar Bursa’ya döner.

Sultan IV. Mehmed, Lehistan seferine çıkmadan önce, şöhretini duyduğu Niyâzî-i Mısrî’yi, ordunun manevî gücünü yükseltmek amacıyla Istanbul’a çağırtır. O da bu davete uyarak Istanbul’a gelir ve orduyla birlikte sefere katılır. Bu sırada aleyhinde ortaya çıkan bir iftira üzerine dervişleriyle birlikte tekrar Bursa’ya geri döner. Bir ara Edirne’de Eski Câmi’de vaazlar vermeye devam eder.

Bursa’da iken ikinci bir iftiraya daha uğrar ve 1673’te Rodos Adası’na sürgün olarak gönderilir. Bir süre sonra padişahın iradesiyle affedilir ve Bursa’ya geri döner. Bu sırada başlayan Rusya Harbi ile ilgili olmak üzere, halkı bu sefere hazırlamak üzere üç yüz kadar dervişle beraber Edirne’ye gider. Burada iken tekrar üçüncü bir iftiraya daha uğrar ve Rikab-ı Hümayun kaymakamı tarafından önce Gelibolu’ya, oradan da Limni Adası’na gönderilir. 1667’den başlayarak Ada’da tam on beş yıl süren çileli bir hayat yaşar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilerek Bursa’ya geri döndüyse de, Bursa kadısının Baltacı Mehmed Paşa’ya şikâyeti üzerine tekrar Limni’ye geri gönderilir. Ada’ya gelişinden iki ay kadar sonra da vefat eder ve oraya defnedilir.Niyazi-i Mısrî’nin eserleri; Türkçe ve Arapça mensur ve manzum on ciltten fazla bulunmaktadır. O, edebiyatımızda daha çok mutasavvıf bir şair olarak tanınır. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesimî ve Fuzulî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre’nin tesirleri açıkça görülür.

Uyan gafletden ey nâ‘im

Hak’a yalvar seherlerde

Döküp acı yaşın dâ’im

Hak’a yalvar seherlerde

Niyazi-i Mısrî

Notlar[değiştir | kaynağı değiştir]

1) "Tasavvufi Kavramlar Ve Kökenleri" başlıklı kısımda bazı kavramların tarihte yazılı olarak ilk kez nerelerde kullanıldığı açıklanmıştır. Bu kavramların ilk kez kullanıldığı yerler edebi eserlerle sınırlıdır ayrıca daha eski zamanlarda sözlü olarak kullanılmaktadırlar.


Yazar:Abdulsamet Mavzer 10/E 296

Kaynakça[değiştir | kaynağı değiştir]

[1] [2] [3] [4] [5] [6] [7] [8] [9] [10] [11] [12] [13] [14] [15] [16] [17] [18] [19] [20]

  1. ^ https://www.fikriyat.com/ilahiyat/islam-ilmihali/2019/01/14/tasavvuf-nedir-tasavvufi-dusuncenin-dini-ve-fikri-temelleri-nedir-allahin-sevdigi-kullar-ile-ilgili-ayetler-nelerdir
  2. ^ http://www.sonpeygamber.info/tasavvuf-kavramlari
  3. ^ https://www.etimolojiturkce.com
  4. ^ http://www.diledebiyat.net/turk-edebiyati-tarihi/islamiyetin-etkisindeki-turk-edebiyati/halk-edebiyati/tekke-edebiyatinin-genel-ozellikleri/tasavvuf-nedir#:~:text=Tasavvuf%2C%20Tanrı%2C%20evren%20ve%20insan,amaçlayan%20dinsel%20ve%20felsefi%20düşüncedir.
  5. ^ https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1695
  6. ^ https://tasavvuf.uskudar.edu.tr/tasavvuf-kulturu-ve-edebiyati-yuksek-lisans-programi-ders-icerikleri
  7. ^ https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/51363/mod_resource/content/1/Tasavvufun%20Doğuşu-II.pdf
  8. ^ https://sonpeygamber.info/tasavvuf-tarihi
  9. ^ https://islamansiklopedisi.org.tr/tekke-edebiyati
  10. ^ https://www.turkedebiyati.org/tekke-tasavvuf-edebiyati-nazim-sekilleri.html
  11. ^ https://www.edebiyatokulu.org
  12. ^ https://tr.wikipedia.org/wiki/Tasavvuf_edebiyatı#:~:text=Dinî%20-Tasavvufî%20Türk%20edebiyatına%20Tekke,şiirinden%20de%20nazım%20şekilleri%20almıştır.
  13. ^ http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01445/1995_1/1995_1_BILGINA.pdf
  14. ^ https://www.turkedebiyati.org/dini-tasavvufi-halk-siirinde-sekil-ve-tur/
  15. ^ https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-yesevi
  16. ^ https://www.edebiyatogretmeni.org/etiket/dini-tasavvufi-halk-edebiyati-temsilcileri/
  17. ^ https://www.ayu.edu.tr/guncel_detay/757/hoca-ahmet-yesevi-gonullerde-anildi
  18. ^ https://www.turkedebiyati.org/anadoluda-dini-tasavvufi-turk-edebiyatinin-baslangici-ve-temsilcileri/
  19. ^ https://ilahisozu.wordpress.com/2017/06/20/noldu-bu-gonlum/
  20. ^ http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/niyazii-misri