Jeopolitik Çevresel Olasılık Kuramı

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Jeopolitik teoriler arasında Fransız okulu olarak bilinen çevresel akımın temsilcileri, Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Anglo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramların "deterministlik" yaklaşımını reddederek "Posibilist" (olasılıkçı) düşüncenin jeopolitik alanda temsilcileri olmuştur. Çevresel kuramda Fransız okulu olarak bilinen temel akımın ve “Posibilist” düşüncelerinin temsilcisi olan başta Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Angelo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramcıların “deterministik” yaklaşımını kabul etmeyip reddetmektedirler. Fransız coğrafya okulunun düşüncesine göre, insan kendi doğal çevresini değiştirilebilen ve kendisine yönelik seçenekleri (opsiyonlar olarak) en sonunda kendisi belirleyebilen bir karaktere sahiptir. XX. Yüzyıl’ın jeopolitiklerinin hemen hemen hepsi, bu iki uç yaklaşım arasında düşüncelerini sergilemekte ve fikirlerini bu çizgide belirtmekte ve yer almaktadırlar. Bu üçüncü gruba göreyse çevre, insan davranışlarının Sınırlarını tek başına belirleyemez, fakat, eylemler üzerinde sınırlı da olsa, “koşullu” bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Posibilist (olasılıklı) düşünceyi savunan ve jeopolitik teorinin önde gelen yazarlarından Harold Hance Sprout ve Margaret Sprout’a göre, coğrafya bize ne yapmamızı emredici bir öge olmayıp, tercihlerimizi oluşturmada yol göstericidir. Coğrafya ve çevresel faktörler bu anlamda insan davranışlarını koşullandırma yerine, diğer politika davranışlarının oluşmasında karar vericinin önündeki seçeneklere işaret etmektedir. Lucien Febvre ve Vidal de la Blache’dan etkilenmişle olan Amerikalı siyaset bilimcilerden, Sprout’lar’n jeopolitiğe getirdikleri bu farklı bakış açısı, 1930’lar ile 1970’ler arası dönemde uluslararası ilişkileri önemli ölçüde etkilenilir. Dolayısıyla olasılık teori, sadece “devlet çevre” ilişkisi üzerinde duran deterministi teoriden göstermektedir. Bu bağlamda, çevresel olasılıkçılar coğrafyanın karar vericinin kararlarını belirlediği ya da kontrol ettiği biçimindeki determinist bir anlayışla karşı çıkarlar. Olasılıklı doktrine göre; çevre ve değil ortam, karar vericiyi bir davranışla zorlayan bir unsuru olmayıp, karar vericinin önündeki imkânlara, seçeneklere ve sınırlamalara dikkat çekmektedir. Çevresel sınırlamalarını, genel ya da dar olabildiği gibi, algıya göre de denilebilir. Star’a göre, varlık çevre iliklisinde, çevrenin varlık tarafından nasıl algılandığının önemli olduğunun kabul edilmesi, determinist modeli sayımına karşı ciddi bir argümandır. Gerçek dünyanın algıladığına bağlı olarak çevrenin birim üzerindeki etkisi de denilebilir. Osterud’a göre; jeopolitik genişlik topoğrafya, konum ve iklimi de içermektedir. Harold South’a göreyse jeopolitik varsayım, güç konfigürasyonu, kara ve denizlerin oranı, doğal kaynakların dağılımı ve iklimin yanı sıra, nüfus, toplumsal ve siyasal kurumlar ve davranış biçimleri gibi çok sayıda toplumsal ögeyi de kapsamaktadır. jeopolitik faktörler, kısıtlamalar ve imkânlara işaret eden çevresel faktörlerdir. Coğrafik yapıyı da içeren jeopolitik yapı, karar vericilerin karşı karşıya oldukları politikaya ilişkin olanak ve sınırlamalar anlamına gelmektedir. Bu çerçevede bazı genellemeler de yapılmıştır; mesela coğrafyanın birinci yasası da denen, “mesafe uzadıkça devletin etkisinin azalacak ya da “devlet ülkesel (alansal) olarak büyüdükçe etkileyeceği mesafenin artacağı gibi yaklaşımlar sayılabilir. Ancak bu düşünceler elbette teknolojinin özellikle de bilgi, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin yüzyılımızda büyük hızla gelişmesi sonucunda denilmektedir. Siyasal coğrafyanın uluslararası› ilişkilere en önemli katkısı, aktörlerin eylemlerini ve hareket alanlarını doğru bir şekilde belirlemede anlamlı çerçeveler sunmasıdır. Uluslararası ilişkilerin boşlukta cereyan etmediğine göre, mekan (yer) unsuru, analizin çerçevesini meydana getirmektedir. Uluslararası ilişkilere yönelik ikinci bir katkısıysa model kurmaya ilişkindir. Coğrafya, dışı politika analizlerinde bir perspektif sağlayarak, araştırmaları daha da kolaylaştırmaktadır. Özellikle ittifak (bloklar) ve komşuluk ilişkilerine yönelik olarak devletlerin davranışlarını analiz etmeyi amaçlayan araştırmalarda, jeopolitik modeller sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Jeopolitikçilerin üzerinde durduğu bir diğer nokta da mekânsal heterojenle ve mekânsal bağımlılıktır.

Geleneksel jeopolitikçiler, determinist bir biçimde uluslararası çatışmalar, (sınır yerleri belirli bir toprak parçası üzerindeki çatışmalar ya da sınır alanı çatışmalarını) ve yayılmacı politikalar ve diğer tüm faktörleri etkisi altında tutarak ve dışlayarak sadece ve sadece coğrafya ögesiyle açıklamaktaydı. Bu yaklaşım günümüze dek özellikle stratejik ve yaklaşımlarda geçerli olmakla beraber, coğrafyacılar artık bunu bir ölçüde terk etmiştir. Çünkü; bu tür yaklaşımlarda coğrafya dışındaki siyasal, toplumsal ve ekonomik faktörler göz ardı edilmektedir. Bu çerçevede siyasal coğrafyacılar, coğrafyanın belirleyici bir etken olmadığının, fakat posibilistlerden bir adım daha ileri giderek “en fazla” koşullandırıcı bir etkiye sahip olabileceğini savunmaktadırlar. Kaynak: uluslararası ilişkiler kuramları 1 kitabı..

Wallerstein’e göre jeopolitik, bütün dünya coğrafyasını içine alan ve bir dünya sisteminin işlevsel parçaları olarak çalışan hegemonik ülkelerin dünyasını ifade eder. Tarih boyunca, belirli dönemlerde jeopolitiği belirlemiş hegemonik ülkeler olmuştur, “kapitalist dünya ekonomisinin temel yapılarından biri dünya sistemi içinde hegemonyaların çevrimsel yükseliş ve çöküşleridir” (Wallerstein, 1998b: 17). Hegemonyaların sonuncusu ABD hegemonyasıdır ve İngiltere’nin iktisadi üstünlüğünün sona ermesiyle, yani hegemonyasının sona erdiği dönemle başlar. Bu dönemin jeopolitiği, ABD, Rusya ve Almanya’nın güçler dengesi içinde sürdürdüğü şiddetli ve belirsiz ittifak değiştirmelerinin yaşanması şeklindeydi. Bu güçler arasındaki rekabet ve ittifaklar uzun yıllar, Afrika, Güneydoğu Asya, Pasifik, Osmanlı, Çin, Meksika, Güney Amerika, Karayipler gibi dünya ekonomisinin çevre (periferi) ve yarı çevre bölgelerinde yani Avrupa dışı dünyada ve ülkelerde sürdü (Wallerstein, 1998b: 18). Çevre ülkeler, hegemonik merkez ülkelerin kapitalist dünya ekonomisine dayalı dünya sisteminin devamını sağlamak için gerekliydi aynı zamanda merkez ülkelerinin varlığının devamını sağlayan kaynaklardı. Wallerstein, son dönem jeopolitiğin belirlenmesinde Fransız Devriminin etkisine işaret eder, “Fransız devriminin kapitalist dünya ekonomisine başlıca etkisi, sermayenin sonsuz birikimiyle en fazla uyumlu bir değer sisteminin kültürel bakımdan olgunlaşması oldu, bu olay siyasi bilinci dönüştürdü” (Wallerstein, 1998b: 24). Bu kültürel gelişme ve zihinsel dönüşüm kapitalist zihniyet dönüşümüydü ve aynı zamanda jeokültürün arka planını oluşturmaktaydı. Kapitalist dünya ekonomik düzeninin kültürel boyutu burada gizliydi. Fransız devrimi ve sonrasında ortaya çıkan siyasi akımlar aynı zamanda kapitalist kültürü sağlamlaştırdı. Muhafazakarlık da, liberalizm ve sosyalizm de Fransız devriminin sosyo-kültürel değerleriyle zenginleştirilmiş olan aşırı üretmeyi ve kalkınmayı amaçlıyordu. 19. yüzyılda üç büyük siyasi ideoloji muhafazakarlık, liberalizm ve sosyalizm ortaya çıktı. O zamandan beri bu üçü birbiriyle mücadele içinde oldu. Bu ideolojik mücadeleler konusundaki iki genelleme fiilen herkes tarafından kabul edilir. Genellemelerden biri, bu ideolojilerin her birinin Fransız Devrimi ertesinde yeni ortaya çıkmış bir durumun üstesinden gelebilmek için belli siyasi stratejilerin gerekli olduğu düşüncesini doğuran yeni ortak bakış açılarının gelişmesi olgusuna biraz cevap olduğudur. İkincisi, bu üç ideolojinin hiçbirinin hiçbir zaman kesin bir versiyon halinde kabuk bağlamadığıdır. Tam tersine her biri ne kadar ideolog varsa o kadar çeşitli biçimler alıyor gibi görünmektedir (Wallerstein, 1998a: 76). Bu siyasi ideolojiler birbirinin zıttı gibidir. Ancak uygulama ile ortaya çıkan durumlar, amaçları veya arzuladıkları sonuçlar bakımından birbirinin aynısıdır. Bu aynılık uyguladıkları liberal ekonomi politikalarına dayanır. Bu sebeple Wallerstein, bu siyasi ideolojileri jeopolitik ve jeokültür açısından değerlendirirken kalkınma konusuna dikkat çeker. Dünya ekonomik tarihine bakıldığında en azından 16. yüzyıldan beri Avrupalı düşünürler ülke zenginliğinin nasıl artırılacağını tartışmakta ve hükûmetler bu zenginliği korumak ve geliştirmek için uğraşmakta ya da kendilerinden bu konuda adımlar atmaları istenmektedir. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, her devletin yüksek bir ulusal gelir seviyesine ulaşabileceği ve sonunda da muhtemelen ulaşacağı, kapitalist dünya ekonomisinin temel bir ideolojik temasıydı; bilinçli, akılcı faaliyetin bunu gerçekleştirebileceğine inanmaktaydı. Bu inanç, aydınlanmanın önemli, kaçınılmaz ilerleme temasına ve cisimleştirdiği insanlık tarihine ilişkin teleolojik bakışa çok uygundu. Bu sebeplerle Wallerstein için Wilsonculuk ve Leninizmin ekonomi-politiğine bir kere daha değinmekte fayda vardır. 1917 yılı genellikle modern dünya sisteminin tarihinde ideolojik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Fakat bu tam olarak hep savunulduğu şekilde değildir. Çünkü 20. yüzyılda büyük bir ideolojik zıtlık, yani Wilsonculuk-Leninizm zıtlığı 1917’de doğdu. Ancak genel görüşün aksine bu zıtlık devam etmek bir yana, 1989’da öldü. Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi kuramı, kapitalist ekonominin küresel hakimiyetine dayanır. Ancak sadece ekonomi değil siyaset ve kültür de sistemin parçalarıdır. Modern dünya sistemi kuramında siyaset ve kültür, sistemin jeopolitiği ve jeokültürünü belirler. Kapitalist ekonomide meydana gelen krizler sistemin revize edilmesini gerektirir. Dünya sistemini ortadan kaldırmasa da değiştirmesi beklenen, sistem karşıtı hareketler ve bu hareketlerin ortaya çıkardığı alternatif siyaset veya kültür değil, belirli dönemlerde yaşanan kapitalist ekonominin krizleridir. Üretim biçimlerindeki konratiyef döngülerdir. Wallerstein, modern dünya sisteminin ekonomik bakımdan bir kriz döneminde olduğunu ve bu kriz döneminin ciddi etkilerinin olduğunu düşünmektedir. Bu durumun farkında olan dünya sisteminin öncü ülkeleri, 2000-2050 yılları arasında sanayi sektörlerini ayakta tutabilmek için mikro işlemciler, genetik mühendisliği ve yeni enerji kaynaklarını geliştireceklerdir. Fakat bu girişim sanayi ve teknoloji üretimindeki gibi yüksek kâr getirmeyecektir, bu yüzden ürünlerin birim başına kârı yerine dünya ölçeğinde getireceği toplam kâr üzerinden kazanç sağlayacaktır. Aynı zamanda kârın paylaşımı eşit olmayacaktır, bu da yeni siyasal düzenlemeler demektir. Eski teknoloji yani çelik, otomobil, kimyevi maddeler ve elektronik sektörlerin büyük bölümü dünya sisteminin diğer üyeleri olan yarı çevre ülkelere yerleştirilecektir (Wallerstein, 1998b: 176-177). Wallerstein, makro sosyoloji, tarihsel sosyoloji ve toplumsal değişim konularında sosyal bilimler alanında çok önemli etkilere sahiptir (Ragin-Chirot, 1999: 308). Ortaya koymaya çalıştığı modern dünya sistemi tarihselciliği ve ideolojik içeriği nedeniyle eleştirilse de Wallerstein, toplumsal olayların açıklanmasında büyük yapılara yaptığı vurgu ve bunları mikro ölçekli olaylarla destekleyebilmesi nedeniyle sosyal bilimler alanında makro sosyolojik yönteme olan ilgiyi artırmıştır.[1]

Kaynakça[değiştir | kaynağı değiştir]

  1. ^ "Arşivlenmiş kopya". acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr. 2 Ağustos 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Kasım 2022.