Tartışma:Ali Teoman (yazar)

Sayfa içeriği diğer dillerde desteklenmemektedir.
Konu ekle
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Vikiproje Edebiyat (Bilinmeyen-önem)
VikiProje simgesi Bu madde, Vikipedi'deki Edebiyat maddelerini geliştirmek amacıyla oluşturulan Vikiproje Edebiyat kapsamındadır. Eğer projeye katılmak isterseniz, bu sayfaya bağlı değişiklikler yapabilir veya katılabileceğiniz ve tartışabileceğiniz proje sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
 ???  Bu madde için henüz bir değerlendirme yapılmamıştır.
 Bilinmeyen  Bu madde Bilinmeyen-önemli olarak değerlendirilmiştir.
 
Vikiproje Biyografi (C-sınıf, Orta-önem)
VikiProje simgesi Bu madde, Vikipedi'deki Biyografi maddelerini geliştirmek amacıyla oluşturulan Vikiproje Biyografi kapsamındadır. Eğer projeye katılmak isterseniz, bu sayfaya bağlı değişiklikler yapabilir veya katılabileceğiniz ve tartışabileceğiniz proje sayfasını ziyaret edebilirsiniz. İş birliğine katılarak da projeye katkıda bulunabilirsiniz.
 C  Bu madde C-sınıf olarak değerlendirilmiştir.
 Orta  Bu madde Orta-önemli olarak değerlendirilmiştir.
 

Yapıtlarından Örnekler[kaynağı değiştir]

ÖYKÜ UÇLARI I-X

I. ARINMA

Ufak bir kırmızıydı önce, gövdesinden ayrılmış bir topluiğne başı, açılmamış bir gonca, dölyatağının sıcak ve nemli loşluğundan koparılmış öksüz bir cenin. Sonra yavaş yavaş büyüdü, serpildi, yayıldı, rüzgârlı bir deniz yüzeyi gibi hırçın bir çırpıntıyla seğirerek kamaştırdı gözlerini. Öyle bir an geldi ki, her yanını kaplamıştı. Pencere camına sıvaşıp ağır ağır aşağıya kayan, sümüğümsü, koyu renk bir sıvıydı, yapışkan ve kıvamlı. Ve havada genzi yakan öyle kesif bir duman vardı ki... Uyluklarından akıyordu. Çıplak tabanlarına bulaşmıştı. Yürüdüğünde, ağır ve sarsak adımlarlaydı bu. Bulutumsu gri damarlı mermerin donuk beyaz yüzeyinde bıraktığı ıslak ayak izleri peşindeydiler soluk soluğa. Bir eşikten ötekine uzanan amansız bir kovalamacaydı. Büyük bir yangını haber vermek için çalınan çanların telaşlı sesine öykünürcesine, uzaktan uzağa bir telefon çaldı. Ama o artık rahattı. Erincin karşı konulmaz ağırlığı vardı göz kapaklarında. Ağzına dek doldurulmuş banyo küvetindeki damlaların aheste şıpırtısı, fayansların lekesiz aklığında yankıyor, duvarlar birbirinden gitgide ırıyordu. Ve sonra onları kapattı.

II. ÇAKIL TAŞLARI

Uzun bir yoldu geri döndüğü. Aradığını bulabilmiş miydi? Kumsaldan topladığı çakıl taşları ve deniz kabukları, biçim biçim, renk renk. Arada sırada elini kabanının cebine sokup yokluyordu onları, parmak uçlarında evirip çeviriyor, denizin soğuğunu ve nemini avucunun içinde hissediyordu. İşte şu, diyordu, dalgaların kıyıya vurduğu o kof kütüğün hemen yanıbaşında bulduğum olmalı. Şu, suyun üstünde kaydırmak için fırlatmak üzereyken, son anda vazgeçip cebime attığım. Şu, gözleri oyuk martı leşinin altındaki. Şu, birdenbire elimden kayınca, keskin kenarı sağ avucumu hafifçe çizip kanatan. Sıvaşan bir damla kan kurumuş üzerinde. Tümü de küçük birer parça işte yaşamdan.

III. OKUYUCU (boynu bükük kibrit ölülerine ağıt)

Ara zamanları yaşıyor ya da en azından böyle olduğunu düşünerek kendisini avutuyordu. Sonuncuyla sondan bir önceki arasında biryerdeydi ve zemin hızla kaçıyordu ayaklarının altından. Çetrefil bir okumanın ortalarındaydı. Satırların göz gözü görmez karanlığını biraz olsun aydınlatabilmek için birbiri ardısıra kibritler yakmıştı. Öldürücü bir zehir içmiş ve karınlarına giren dayanılmaz sancıyla ikibüklüm kalmış gönüllü kurbanların cılız, kuru, kavruk gövdelerini andıran kömürleşmiş kibrit çöpleriyle yer yer kızarmış, kararmış, gevrekleşmişti önündeki sayfa.

IV. MUVAKKİT

İnce uzun ve çelimsiz gövdesi, koca koltuğun içine sıvaşmıştı. Öyle ki, dikkatsiz bir göz, kolçakların kurt yeniği, eğri büğrü tahtasını olanca gücüyle, ama yine de güçsüz bir tutuşla kavrayan kara kuru ellerini mobilyanın bir parçası sanabilirdi. Taşıdığı görünmez bir yükün ağırlığı altında eziliyormuşçasına, kafası omuzlarının arasına iyice gömülmüştü. Meşin bir top denli ufalmış bu kafa; avurtları çökmüş, elmacık kemikleri fırlamış, benzi solgun bu yüz; yuvalarına batık gözlerdeki bu donuk bakış, bu sönük fer... Dermeçatma bir korkuluğu ya da karanlık mağarasında başaşağı asılı uyuyan bir yarasayı andırıyordu sivri omuz başları. Orada, akşam alacasının çöktüğü o çıplak odada, paslı yelkovan sararmış kadranı ağır ağır katederken, öylece, kımıltısız, sessiz, neredeyse soluk bile almaksızın oturdu upuzun saatler boyunca. Kemikli ellerini önünde kavuşturmuştu ve belli belirsiz kıpırdayan dudaklarının arasından çıkan boğuk bir mırıltı dolduruyordu odanın boş ve sağır uzamını. Onu bu durumda gören, bunun bir yakarı ya da ilenme olduğu sanısına kapılabilirdi. Oysa onun bütün yaptığı, önceki gece kaldığı yerden sürdürmekti saymayı.

V. HURUFHOR

Arkasını dönmek isterken, dirseğiyle çinko çanağa çarptı, devirdi. Yürek hoplatan bir çatırtıyla saçıldı irili ufaklı döküm hurufat mermer döşemeye. İki gündür gece gündüz demeden çalışıyordu, bir an bile kırpmamıştı gözünü ve tabii sonunda bitkin düşmüş, dikkati dağılmıştı. Mumun titrek ışığı pek yardım etmiyordu önünü görmesine. Zemine yayılan yüzlerce ufacık demir parçasına bir an öylece bakakaldı. Ardından mürettiplerin pirine lanetler yağdırdı öfkeyle. Kabarcık sırtlı karıncalar çılgınca bir hamaratlıkla kıvıldıyordu ayaklarının dibinde. Ani bir kararla yere diz çöktü, iştahla yalandı ve dudaklarının, dilinin, damağının parçalanmasına, dişlerinin çatır çatır kırılmasına aldırmaksızın, bir hamlede silip süpürdü, çiğnedi, öğüttü, ağız dolusu koca bir lokmada yutuverdi oburca bütün harfleri.

VI. KAMIŞ

Kuru ve kemikli parmaklarını aharlı kâğıdın pürüzlü yüzeyinde yavaşça gezdirdi. Gözleri bağlı kurbanlık bir koçun boynunu sıvazlarcasına okşadı kâğıdı, gözenekli dokuyu parmak uçlarında hissetti. Yerde, üzerine dizüstü çöktüğü minderin yanıbaşında duran divite gitti eli. Kalemliğin kapağını açtı, içinden ince uzun bir kamış kalem çıkardı. Kamışı parmaklarının arasında birkaç kez evirip çevirdikten sonra, ucunu fildişi maktanın oluğuna dayadı. Mağrur bir giyotinin ışıltılı bıçağı gibi, birdenbire çapraz bir açıyla iniverdi mercan saplı kalemtıraş. Biçilen küçük parça, yerdeki yörük kiliminin üzerine sıçradı. Kamışın artık sivrilmiş olan ucunu, hokkanın içindeki doygun ketene birkaç kez bandı. Kısılan gözleri kâğıdın sarı benzindeki belirsiz bir noktaya dikilmişti. Hafifçe titriyordu kalemi tutan eli. İnce ve renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdanıyordu ağır tartımlı bir besmelenin pes perdeden mırıltısıyla. Kemikli el nihayet usulca alçaldı, kamışın ucu kâğıda değdi ve kıvamlı mürekkep buluştu kâğıdın erden aklığıyla, döl verdi ona, sabanının sivri mahmuzuyla sürdü, tohumunu ekti, doğurttu. Kamışın kâğıtla ilk öpüştüğü yerdeki ürkek nokta, artık titremeyen elin kararlı ve geniş bir devinimiyle yalınkılıç bir hatta dönüştü, genleşti, uzadı. İlk harf bir ikincisine, o bir başkasına aktı. Geniş ağızlı bir toprak küp denli kıvrak bir nun gelip oturdu kâğıdın ortasına. Olanca görkemiyle yazılıyordu artık yazı.

VII. ÇÖPLÜK

Ona işte o zaman âşık oldu. Eski bir dergide görmüştü resmini. Lodosun kıyıya vurduğu derintinin, renk renk çerçöpün, mazota bulanmış, pırıl pırıl parlayan balık leşlerinin arasında uzanmış, sereserpe yatıyordu. Yarı şaşkınlık, yarı kızgınlıkla faltaşı gibi açılmış gözlerini gördü, aralık dudaklarını, sıkılı dişlerini, gerilmiş yüzünü, kabarmış burun deliklerini. Paçavralara bürünmüş ince bedeni yanık bir kibrit çöpüydü, kararmış, büzüşmüş, boynu bükük. Pis ayaklarını gördü sonra, cılk yaralarla kaplı kol ve bacaklarını, kirden kapkara kesilmiş ellerini. Bu eller, ki besbelli birşeye uzanmış, onu tutmak istiyorlardı, amansız birer kartal pençesiydiler avlarını yakalamak için hırsla açılmış. Bir süre sessizce durdu, gözlerini kısarak onu izledi, bu eşsiz görüntüyü belleğine kazıdı. Heybesini karıştırdı sonra ve dikenli bir çelenk kondurdu yağlıkara bulaşmış kırışık alnına. Katran denli kıvamlı ve karaydı şakaklarında tomur tomur kabaran kanı. Tadınca, keskin bir öd acısı yayıldı genzine. Ağulu bir lokmaydı güçlükle yutmaya çalıştığı. Ona işte o zaman âşık oldu.

XIII. PENCERE ÖNÜ

Pencerenin önünde durmuş, çekili jaluzinin aralıklarından dışarısını seyrediyordu, caddeyi, gelip geçenleri, hummalı akşam trafiğini caddeden akan. Otomobillerin stop lambaları ve farlarının devingen ışıltısıyla bereleniyordu akşam karanlığı: Kimisi beyaz, kimisi kırmızı, kimisi parlak, kimisi donuk, yerlerinde durmak bilmeyen kıpır kıpır benekler. O onları görüyor, ama onlar onu göremiyorlardı, içerisi dışarıdan karanlıktı çünkü. Işığı yakmamıştı, odanın dingin ve sarmalayıcı karanlığına sığınmış oturuyordu. Elinde bir sigara, sigaranın ucunda bir yanıp bir sönen, onunla birlikte soluk alıp veren küçücük bir ateş vardı. Ama kimbilir, diye düşündü, o anda dışarıdaki birisi de onu izliyordu belki, pencerenin kapkara dikdörtgenine bakmaktaysa eğer ve jaluzinin dar aralıklarından o ufacık kırmızı beneği görebilecek denli keskinse eğer gözleri.

IX. TAŞRA İSTASYONU

Camları sıcak nefesiyle buğulanmış ücra bir taşra istasyonunda bekliyordu seferi belirsiz bir trenin gelmesini. Bekleme salonu hemen hemen boştu, ondan başka yaşlı bir adam vardı yalnızca. Sırtındaki ucuz takım elbisesi eprimiş, dirsekleri yenmiş, yakası yağdan kararmış, hiç durmamacasına anlaşılmaz birşeyler mırıldanan yaşlı bir ayyaştı bu. Ya da kimbilir, bir meczuptu belki. Pencere kenarında oturduğu yerden, onun bulunduğu köşeye bakıyordu arada sırada. Bir an adamın ona birşey söylediğini sanarak irkildi, ama sonra ayırdına vardı aslında yalnızca kendi kendisiyle, ya da daha doğrusu kafasının içindeki ötekiyle habire didişip durduğunun. Başını çevirip pencereden dışarı, gece karanlığına baktı, camdaki buğunun daha da belirsizleştirdiği bu kapkara magmadan ansızın sıyrılıp çıkıvereceğini umduğu trenin ışıklarını görmek için. Ancak tek görebildiği, raylar boyunca dikili lamba direklerinin gecenin içinde yitip giden ölgün ışıklarıydı. Birden önceki gün çakısıyla ekmek doğrarken kestiği işaret parmağı sızladı pardösüsünün cebinde. Yumruğunu ve dişlerini sıktı. Anlaşılmaz bir mırıltı çıktı dudaklarının arasından.

X. KOŞUCU

Karanlığın gözündeki fosforlu yazıydı, yelin üfürdüğü ıssız geçeneklere nöbet tutan şirret bir kedi, soğuk bir cin öpücüğü tüyleri diken diken teninde. Üçüncü dereceden bir denklemin çözüme asi bilinmezleriyle yüklü bir kör uçuşu kimbilir kaç zamandır inatla sürdürüyordu. Ucu bucağı gözükmeyen ıssız bir dekovil hattında gidip geliyordu bir ileri bir geri. Bir elinde yarı yarıya dolu bir boynuz –calix d’inchiostro simpatico– (ya da yarı yarıya boş, bilinmez), ötekinde katil telek, bet sesli simurgun ağır akışlı ve çoğul kanına banılmış sivri temren, gergedan gönü kalkanı tek vuruşta bir uçtan bir uca katediyordu. Vinil esaslı esnek zırhlarını kuşanmış, içerideydi şimdi. Amansız bir cengâverdi, gözleri yumulu, yanına yöresine kılıç üşüren, dörtbir tarafı oklukirpi savutlarıyla mücehhez. Kimseye aman vermiyor, ortalığı kasıp kavuruyordu. Acelesi yoktu, aheste geziniyor, etrafını kolluyor, bitkin düşene dek şinaverlik ediyordu karanlık iklimli suları ayın kaprisli gelgitlerine boyun eğen, serin ve mazot kayganı bir iç denizde. Tufan öncesi zamanlardan kalma sinsi bir hastalığın depreşmesiydi bu, bir ay tutulmasıydı. Kısa nöbetler halinde gelen bir kuru öksürük, insanı nefes nefese bırakan fotofiniş bir maratondu. Marazî bir heyecanın düzensiz soluk alıp verişlerini hissediyordu ensesinde. Saçlarında, alnında, teninde ter damlacıklarından oluşan dikenli bir çelenk, avuçlarında gül rengi stigmata, kulaklarında onu yakalamaya çalışan zamanın telaşlı ayak sesleri vardı. Son bir güçle kasıklarını gererek kendisini ileri attı ve en önde göğüsledi ıslak ipi.

[1994-1998]

Kaynak: Geceyazısı, Mayıs 2003.


Bu kısmın ansiklopedik olmadığını düşünüyorum. Şayet telif sorunu yoksa vikikaynağa taşınabilir--Ugur Basakmesaj 01:38, 27 Ocak 2006 (UTC)