Muzaffer Buyrukçu

Vikipedi, özgür ansiklopedi
06.55, 29 Kasım 2016 tarihinde II. Niveles (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 17874164 numaralı sürüm (düzenleme, yazış şekli: Hikaye → Hikâye (14) AWB ile)
Muzaffer Buyrukçu
Dosya:Buyrukçu 1.jpg
Doğum1.Şubat.1928
Niğde, Türkiye
Ölüm26 Ağustos 2006 (78 yaşında)
İstanbul, Türkiye
MilliyetTürkiye Cumhuriyeti
Diğer ad(lar)ıMuzaffer Orhan Buyrukçu
EğitimPertevniyal Lisesinden Terk
MeslekRoman, Hikaye ve Günlük yazarı
DönemCumhuriyet Dönemi
Çocuk(lar)Erdem Buyrukçu
Resmî sitewww.buyrukcu sokağı.blogcu.com
Dosya:Muzaffer Buyrukçu.jpg
Muzaffer Buyrukçu

Muzaffer Buyrukçu (1 Şubat 1928, Niğde, Fertek - 26 Ağustos 2006, İstanbul), Türk edebiyatı Hikâye, Roman ve Günlük yazarı.

Buyrukçu bir yaşındayken, ailesi Yalova'ya yerleşti. Yalova'nın Koruköy İlkokulu'nda, İstanbul'da Yenikapı Ortaokulu'nda, bir süre Pertevniyal Lisesi'nde okudu. Aşçılık, Sütçü Yamaklığı, Kunduracı Çıraklığı, Gazetecilik, inşaat İşçiliği, Fresecilik, Pedalcılık Kalorifercilik, kâtiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yaptı (1950-1970). Sanat hayatına, 1945'te kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf'ta yayımlanan öyküleriyle başlayan Muzaffer Buyrukçu Korkunun Parmakları (1958 Dost Dergisi Birincisi), Kuyularda (Otağ Dergisi 1962 birincisi) Bulanık Resimler'le 1962 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü, Kavga ile de 1968 Sait Faik Armağanı'nı kazandı. Yüzün Yarısı Gece ile de Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Armağanı de aldı. Edebiyat dergilerine geçişi ise 1953 başlarındadır. Konularını İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli,çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu'nun yaşarken 21 Öykü,10 Günlük ve 8 Roman olmak üzere toplam 39 kitabı basıldı. Son zamanlarında akciğer yetmezliği çeken Buyrukçu, 26 Ağustos 2006 günü İstanbul Gaziosmanpaşa'daki evinde hayatını kaybetti. Ölümünden uzun yıllar sonra "Hayallerin En uzun ve En Hızlı Atları" adlı yayımlanmamış bir uzun öyküsü ile Ve Yayınevi tarafından yayımlandı (2015).

Yaşam Hikâyesi;

Dosya:Dostlar....jpg
Cemal Süreya ile...

MUZAFFER BUYRUKÇU 1928-2006

Osmanlılar Balkanlarda,İmparatorluğu ayakta tutacak nitelikte onur,yücelik,kahramanlık ve ölüm kavramlarıyla beslenen bir halk kitlesi oluşturmuşlardı.Şehitliği,savaşçılığı,İmparatorluğun varlığını güçlendirdiği için Tanrısal bir ödül sayan bu halktandı soyum.Akıncı beylerindendiler; İdrisoğulları ile Sipahioğulları adlı iki kolla yaşamlarını sürdürüyorlardı.Bir söylentiye göre de kalesi,arması,özel askerleri olan Feodal bir beylikti.Bir iç ayaklanmada kale topla yıkılmış,bireylerin çoğu kılıçtan geçirilmiş,sağ kalanlar ya dağlara çekilmiş ya da Arnavutluğa sığınmıştı.İşte bu Osmanlı silahşörlerinin artıkları,Cumhuriyet kurulduktan epey sonra Türk ve Balkan devletlerinin anlaşması gereğince başlıyan(mübadele) de Anadoluya getirilmişlerdi.Aslında(mübadele)falan değildi bu,destansı bir göçtü,sarsıntısı yıllarca hissedilecek tarihsel ve sosyal bir depremdi.

Bu akılları durduran kopuşla birlikte hala kurtulmaya çalıştığımız dramımız başlamış;serüvenden serüvene yuvarlanmışız Volter’in Kandid’i gibi.

Ailemi,Mersin yöresinde iskan etmişler ama Balkanların sert,sağlıklı havasına alışkın bireylerimiz,cehennem sıcaklığını aratmıyan korkunç bir sıcaklıkla karşılaşınca altüst olmuşlar,hastalanıp yataklara düşmüşler,-telafat- vermişler.memleketlerinde bıraktıkları eski ölülerin anılarına taze ölülerin acıları karışmış...Ayrıca yabancılığın aşılması güç duvarları,yerli-göçmen ilişkilerindeki dengesizlik,psikolojik ve ekonomik baskılar,dil,gelenek,görenek,töre farklılıkları sudan çıkan balığa döndürmüş bizimkileri.

Bir yerde koşullar,dirlik düzenlik üretecek düzeyede ise kökleşir kişi,mutluluğunu çoğaltmak,eş,dost ve akrabalarıyla bölüşmek ister ama tepeden tırnağa mutsuzlukla kuşatılmışsa kaçma olanakları arar gitmeyi tasarladığı yerde-bir şeyler bulurum-umuduyla.Onlar da  tası tarağı toplamışlar,yayla havalı Niğde topraklarına atmışlar kapağı;bağcılığı,rakıcılığı,,şarapçılığı,pekmezciliği ve halıcılığıyla ünlü Fertek köyünü Yurt seçmişler.Uğraşmışlar,didinmişler,o yabancılara özgü ürkeklikle kimseye bulaşmadan günlerini gün etmeye koyulmuşlar. Yerliler rahat komamış,sürtünme keskinleşmiş,kavgalar,döğüşler gırla gitmiş ve bu arada bir de kurban vermişler.Sarhoş bir yerli genci,yüzünü hiç görmediğim,fotoğraflarda da yaşamının bir anı bile saptanamayın,sadece annemin tanımlarıyla,sergilediği hikâyeleriyle belleğimde capcanlı duran önsekiz yaşındaki Nazmi dayımı öldürmüş.Sülalemiz,Nazmi dayımın öcünü almak,köyü yakıp yıkmak amacıyla saldırıya hazırlanmış ama ileri gelenlerin yakarmaları,jandarma birliklerinin kararlı tutumları belki de korkunç bir kan davasının tohumunu yeşertecek trajik olayların meydana gelmesini önlemiş.

Babam Ahmet,Kenan dayımın içtenliğinden,arkadaşlığından yararlanarak annemi kaçırmış.Soylu anne tarafının uluları,bu evliliği iyi karşılamamışlar Manastır’da ırgatlık yapan babamla ailesini kendilerine yakıştıramadıkları,küçümsedikleri için.Ama ayırmayı başaramamışlar.”Bu kız bizim onurumuzu iki paralık etti.Davul bile dengi dengine çalar”diyormuş anneannem ve iki gözü iki çeşme ağlıyormuş.

1928 yılının 1 Şubatında doğmuşum çığlıklarla.Bu çığlıklar,ton değiştirerek yaşamımı dolduran yüzlerce olayda tekrarlandı durdu ve hala gizli açık sürüyor.

(Yirmi yıl sonra askerliğimi yaptığım Erzurum’un Dumlu haniyesinden bir ay izin aldım.Hz.Ali’nin ziyaretiyle kutsallaştırdığı.Battal Gazi’nin vuruştuğu söylentisinin dillerden düşmediği Niğde toprağına ayak bastım.Fertek’i gördüm.Kel tepelerin uzağında yemyeşil bir cennetti.Girişteki bağların,bahçelerin sulandığı yapay gölünü sevdim.Evlerin çoğu iki katlıydı.Sokakları astfaltlanmış,elektrikle aydınlanmıştı.Bakımlı bir köydü.Kahvelerinin,kasaplarının bolluğu dikkatimi çekti.Sakinleri zekiydi,espriliydi,leb demeden leblebiyi anlıyordu.Güleç yüzlerinden neşe,iyilik akıyordu.Okuma yazma oranı pek yüksekti.Bürokrasiye eleman yetiştiren önemli bir merkezdi.Ankara ve İstanbul’daki  hukukçuların azımsanmayacak bir bölümü Fertek’liydi.Memur üreten bir-ana-köydü.Gölüm hemen arkasındaki bir evin alnacına(Burası Prof.Hüseyin Avni Göktürk’ün evidir)yazısı kazılmıştı.Yetenekli,işbilir,açıkgöz canları Türkiye’nin her  yanına dağılmıştı.Kırmızı,dil buran şarabından,gırtlağımı yakan koyu pekmezinden içtim.İnce kabuklu,ballı mı ballı üzümlerinden,sert sulu pembe yanaklı elmalarından yedim,mısır pişirdim.Ateş kümelerinin çevresinde halkalanan,içi içine sığmayan çoşkun delikanlıların heyecanlı aşk,kavga ve gelecekle ilgili hikayelerini dinledim.(Kız saçların saçların,Oynar omuz başların) türküsünü söyliyerek üzüm çiğneyen sağlıklı kızlarını seyrettim,şölenlere katıldım.)

Fertek’ alışıyorlarmış zamanla ama bağcılıkla geçinemiyorlarmış bu nedenle Çukurova’ya inmişler,gurbetten gurbete çıkmışlar,pamuk denizlerinde boğulmuşlar,kara sıtmaya yakalanmışlar,perme perişan olmuşlar.

Ben bir yaşındayken varlıklı bir akrabamızın çağrısı üzerine,evi,bağları satarak trene atladığımız gibi İstanbul’un yolunu tutmuşuz.(Çocuk belleğimin temizliğine işlenen Haydarpaşa garındaki alacakaranlığa,kocaman gövdesiyle masallardaki declerin,ellerine su dökemediği lokomotifin ıslakmış gibi parlıyan raylarda acayip çuf çuf’larla gidip gelişini,iri tekerleklerin ağır ağır dönüşünü,beyaz dumanlar salışını,ürkütücü düdüklerini,pekmez teknelerini,halı dürümlerini ve eşya denklerini,annemle babamın gözlerindeki hüznü,çaresizliği hiç unutmam.)

Sonra akrabalarımzın evinin karşısındaki üç katlı,taraçalı,sarı badanalı,alt katında hayat,mutfak,hela,tulumba,sarnıç,öteki katlarda ikişer oda bulunan dikdörtgen biçimindeki eve postu sermiş.Beşikçi sokağının Türk,Rum ve Ermeni halkının arasına karışmışız.Akrabamız,babam,amcam ve enişteme Yunuz Çimento Fabrikasında iş bulmuş.Yuttuğu avuç avuç çimento tozundan ciğerleri lekelenen amcam Suphi,(Dalyan gibi bir gençti,beni hep boynunda ,gıdıklardı.Öylesine gülerdim ki işediğimin farkına varmazdım) ölünce akrabamız,bu kez babama,Hollanda’dan getirttiği yüzlerce sağmal ineğin bakımıyla ilgili bir görev vermiş,(Ahır evimizin bitişiğindeydi.Günü her saatinde pislik,saman,sidik kokan ahıra koşar,besili ineklerin parmak büyüğündeki pembe memelerinden sağılan sütleri anlatamadığım garip duygularla seyrederdim.)Arkadan da yoğurthaneye almış,Aşçılığı,pişirdiği yemeklerin lezzeti damakları şenlendiren,titizliği,yöneticiliği herkese örenek gösterilen babaannem,akrabamazın evinde hizmetçilik yapmaya başlamış.

Bilincim yavaş yavaş kişilik kazanıyor,etleniyordu.İnsanlarla nesneleri ayırabiliyordum.Sokağımızdaki karışık gelenek ve kültürler,birbirileriyle çarpışıyor,birbirilerini etkiliyor ,değişik bir karakter oluşturuyordu.Türkçe,Rumca,Ermenice deyimlerden,sözcüklerden varlığımla uyuşanları kapıyor,zihnimdeki bölmelere kilitliyordum ama  evimizde konuşulan Balkanlı şivesiyle İstanbul şivesinin nüansları,şaşırtıyordu beni.Bocalıyordum.Henüz İstanbulcayı kavramaktan çok uzaktım ve eteklerinde dolaşıyordum.”Anaaa”diye seslendiğimi işiten akrabamızın karısı Vecihe hanım(Öldü)cumbadan sarkıp”Ana değil,anne diyeceksin,yoksa ağzına biber sürerim.Köylümüsün sen?” deyince ilk kentlileşme olgusuyla karşı karşıya geldim.Günlerce (ana)sözcüğünü beynimden sökmeye,(Anne)yi,bu incelmiş sözcüğü benimseye uğraştım.Oysa(Ana)yı seviyordum.(Ana) deyince beni doğuran kadın bütünüyle beliriyordu.(Anne) ise bomboş,çağrışımsız,hayalsi,z,renksiz bir sözcüktü.Ama kullanmaya zorunluydum ve kullana kullana karakterimdeki olumlu değişikliklere yönelik atılımlarımı sıklaştırdım;dilin soluk aldığı bölgelerin büyülü kapılarına yüklendim.(İstanbul çocuğu)portresini her yönden tamamlamaya koyuldum.

Dört yaşındaydım.Madam ester’in (Ana Okulu)na kaydettiler.İki yıl devam ettim.Birkaç Ermenice sayı,birkaç cümle öğrendim.Bu,benim azınlıklarla ilk ilişki kurma ve tanımaya çalışma dönemimdir.

İnsanlarla hayvanların çeşitli durumlarda çıkardıkları sesler,aralarındaki ayrımlar ilgimi çekiyordu.Hele sabah ve akşam ezanlarındaki derin hüzne,ruhuma doldurduğu huzura;iki sokak ötemizdeki denizden lodos estiğinde gelen hem büyülü hem de korkutan uğultuya;acele,sevinçli tren seslerine,esrarlı yağmur ve rüzgar seslerine bayılıyordum.İnsansız ama canlı olduğunu sezdiğim kıpırtılar,düşler,biçimler evrenine sürükleniyordum.Varlığımda biriken ses yığınlarından kendime özgü ezgiler yaratıyordum.Büyüklerle yaşıtlarının gülüp geçtikleri,önemsemedikleri olaylarda ilginç öğeler yakalıyor,şaşırtıcı yorumlar yapıyordum.O sırada çan sesleri de eklendi dünyama.Gizemliydi,ürperticiydi,işittiğimde gözlerim yaşarıyordu.Pazarlar süslenip püslenip Langa ve Kumkapı kiliselerine giderlerdi Rum ve Ermeni komşularımız.Takılırdım peşlerine.İri pirinç şamdanlarında sarı,kırmızı,mor,beyaz mumlar yanan,günlük kokan,org çalınan,rutubetli,taş bir yapıydı kilise.Duvarlar,İsa’nın,Meryem’in,öteki azizlerle azizelerin tasvirleriyle bezeliydi.Birkaç kez babamın götürdüğü camilerde resimlere raslamamam aklımı karıştırıyor,babamdan “Onlar gavur,biz müslümanız,bizde resim günahtır”karşılığını alıyordum.Kilisede,çarmıha gerili İsa heykelinin altında ak giysileriyle melekleri andıran çocuk korosu İncil’den bir şeyler okurdu.Ölüler,ruhlar,acayip yüzler üşüşürdü zihnime.İrkilirdim,yakınımdaki birisinin elini tutardım.Kara sakallı,kara cüppeli,göğüslerinden zincirler haçlar sarkan papazları insan üstü yaratıklar gibi görürdüm.Sair günler o papazlar ev ev dolaşır,bakraçlarındaki kutsanmış suyu serperlerdi dindarların üzerine.Dindarlar ellerini öperler,bir şetler verirlerdi.Ben de öperdim ve avucuma sıkıştırdıkları kuruşlarla lokum,karamela,horoz,biber şekeri ya da macun alırdım.

Çoğu kunduracı,yapı işçisi,kuyumcu,yazmacıydı.Ermenilerin.Rumlar ise garson,balıkçı,gömlekçi,ütücü,berber,terzi ve mobilyacıydı.

Bu garip ortamda büyüyordum çocuk varlığımı zenginleştirerek.

Akrabalarımızın işleri ansızın bozulunca ve evimizde bilemediğim tartışmalar başgösterince,babaannem İstanbul’da barınamıyacağımı ancak bir köye yerleşirsek durumumuzu düzeltebileceğimizi söyledi ve etkiledi babamı.Akrabamızın”Size oturduğunuz evi satın alayım”demesi,İstanbul’u terketmememiz konusunda ısrar etmesi,babaannemin inadını yenemedi,kalktık Yalova’nın Koru köyüne gittik.Yirmi dönümlük bir tarla aldık,köyün başlangıcındaki tepede,zeytin ve karaağaçların arasında birbirine bitişik ikişer katlı iki ev yaptık eniştemle.Koru eski bir Rum köyüydü.Deniz kıyısındaydı.Zeytincilik ve tütüncülükle uğraşıyorlardı.Dramalı’larla Arnavut’lar.

Yönetim varlıklı,yağhaneleri,kahveleri,dükkanları işleten Dramalı’ların ellerindeydi.Arnavutlar, genellikle yoksuldu,kadınları,çocuklar Dramalı’ların tütün tarlalarında,zeytinliklerinde,erkekleri,Yalova,Bursa ve İstanbul’da çalışıyorlardı.

Koru güzeldi.Kırmızı kiremitli,ahırlı,samanlıklı evleri zeytin ve meyve ağaçlarıyla donatılmış gölgeli bahçelerin içindeydi.İstanbul’daki kumcuların mavnalarla kum çektiklweri geniş,kilometrelerce uzayan kumsalları vardı.

Babamla eniştem(geçen yıl kanserden öldü)bir süre termal otelinde,bilmediğim başka yapılarda amelelik yaptılar,sığırtmaçlığa başladılar.Hayvan sahiplerinin nöbetleşe her akşam-hizmet karşılığı-yolladıkları tepsi dolusu yemekleri yiyiyorduk.Tarlamız verimsizdi,ancak birkaç çuval buğday alabiliyorduk.Köyde yaşayan ama köylü de sayılamayan tuhaf bir aileydik.İstanbul gibi görkemli bir kentten göçtüğümüz için Dramalı’lara göre biz giyimimizle,davranışımızla,dilimizle asriydik.Annem,etekleri farbelalı uzun entariler giyerdi.Atkılı ve düğmeli iskarpinleri rugandı.Güneş ellerini yakmasın diye eldivensiz dışarıya çıkmaz,çıkmak zorunda kalınca da geniş kenarlı şapkasını geçirirdi başına.Renkli şemsiyesini de alırdı.(Bunlar Vecihe hanımın birkaç kez giyip,kullanıp verdikledriydi)(Tango) diyorlardı anneme.Ben de (Tango)nun oğluydum.Sonraları bizden (Tangolar) diye söz ettiklerini işittim.Meşin yüzlü,hain bakışlı Dramalı çocuklarını sevmiyordum.Alay ediyorlardı.Bir akşam”Güneş kavuştu” yerine “Güneş battı” deyince gavurlukla suçladılar ve (Gavur İmam)damgasını vurdular.İlkelliklerinden,cehaletlerinden iğreniyordum.

Köye,Sahibinin Sesi Köpek Marka Borulu Gramafonu biz getirmiştik.Yemekten kalkınca borunun ağzını açık pencereye çevirir,(Sarı kordelam sarı/kahve olsam dolaplarda kavrulsam/Nisan Mayıs ayları)plaklarını çalardık.Halamın büyükoğlu Orhan’la ben sırayla gramafonun kolunu çevirirdik.Orhan’ın kardeşleri Lütfü ile İskender(Otuzaltı yaşında kanserden öldü) boruya dikerlerdi gözlerini,hayal ettikleri şeytanların boğazlarını sıkacağını düşünürlerdi korkuyla.

Evimiz gibi başka bir tepedeki ilkokula yazıldım.Beyaz kireçle badana edilmiş sevimli bir okuldu.Sağındaki geniş harmanda buğdaylarını,yulaflarını,arpalarını öğütüyordu köylüler.

Yazları,kızkardeşime adını koyduğum Mübeccel öğretmene kilomu aşan ağırlıktaki bakır güğümlerle su taşırdım her gün birkaç kez.Üç aylık emeğimin karşılığı üç liraydı.Boş durmuyordum hiç.Zeytin topluyor,tütün diziyor,değirmene,ormana gidiyordum.Üçüncü sınıfa geçtiğimde Dramalı Ali Rıza efendinin öküzlerini gütmeye başladım boğaz tokluğuna.Çarıklarımı ayaklarıma çeker,kıllı ekmek torbamı boynuma asar kızılcık sopamı omuzuma dayar,katardım önüme öküzleri.Akköy’le ortak meramız Küçükova’ya –otsuz bir meraydı-salardım.Bil gölgeliğe oturur,söğüt dallarından düdükler yapardım ve dudaklarım yara olana kadar öttürürdüm.Kuşlara at kılından kapanlarla tuzaklar kurardım.Kartallardan,atmacalardan ödüm patlardı.Ya sopamı savururdum havaya ya da sık yapraklı bir ağaca tırmanırdım.Öğle sıcağı bastırınca sineklenen öküzler kuyruklarını bayraklaştırır,yönsüz koşmaya başlarlardı;ekili tarlaları çiğnerler,fidanları kırarlar,bataklıklara,koyu gölgeli dere içlerine sığınırlardı.Tarlaları çiğnenenler döverlerdi beni,anneme söverlerdi.Ağlardım,ölmek isterdim.Otlakların nerde olduğunu bilmediğimden öküzleri gereği gibi doyuramaz,karınları şiş görünsün de-aferin-alayım diye sık sık su içmeye zorlardım.Ayrıca pisliyecekler de karınlarının şişliği inecek diye üzülürdüm.

Bir sürü acı olayı yaşadım.Binlerce böceğin,otun,bitkinin adını belledim.

Üçüncu sınıftayken Kenan dayım geldi, bir yerlerden( Seksenaltı yaşında sefalet içinde öldü)”Toparlanın gidiyoruz”dedi.kasım ayıydı,hava buz gibiydi.Annem,babam,iki yaşındaki kardeşim Yılmaz,(Kırkiki yaşında öldü)ben,dayım;yakarıldığı halde köyde kalmakta ayak direyen babaanneme,enişteme,halam ve çocuklarına-veda-ederek vapurla İzmir’e gittik.Teyzemin ve ortanca dayım Behlül’ün (Kırk yaşında veremden öldü) suratsız,iç yeyici karısıyla oturdukları Eşrefpaşa’da tek odalı bir ev kiraladık.Bizi, zenginleştirme vaadiyle kandıran dayım,yağmurlu bir günde babamın paltosunu da alarak kayboldu.Kalakaldık ortada.Babamın işsiz gezdiği günlerde sığıntı gibi yaşadık,dayımın,teyzemin yardımlarıyla yıkılmamaya çalıştık,utancın ve zavallılığın acılarıyla kıvrandık.Derken babam,Mehmet Ali eniştemin (Kaç yaşında ve neden öldüğünü anımsayamıyorum) çalıştığı kömür deposunda bekçilik buldu,beni de Giritli bir kunduracının yanına çırak verdi.Dükkanı süpürüyor,eğri çivileri düzeltiyor,köseleleri ıslatıyor,kınnapları mumluyordum.Yoksul Meksikalılar gibi her öğle,naneli,biberli kurufasulye yiyiyordum.Girit şivesiyle sergilenen hikayeler ilgimi çekiyordu.Eski savaşlar,eski serüvenler anlatılıyordu,Rumca şarkılar söyleniyordu.Böyle böyle kışı atlattık.Haziran’da Bahribaba parkının önünde (Şaşal) suyu satan bir sucuya kapılandım.”Şaşaldan iiiç,buz gibi,otuziki dişine keman çaldırıyor” diye bağırıyor,bardakları tıkırdatıyor,kar beyazlığındaki önlüğüm,ahçıların şapkalarına benzeri upupzun şapkam ve incecik sesimle susayanları başıma toplamayı başarıyordum.İşte bu sırada bütün kışı Giritli,Rodoslu ve Yahudi yosmalarla vur patlasın,çal oynasın bir hava içinde geçiren Kenan dayım mantar gibi bitti yerden.Babamın iti bile kudurtan şiddetteki sözlerine annemin acı sitemlerine kulak tıkadı,alttan aldı,yaltaklandı,”Eski hesapları karıştırmayalım,şimdiye bakalım”dedi.Behlül dayımı da kervana katarak Manisa’ya doğru yola çıkardı.Nevin adlı dul ama çok zengin bir kadının çiftliğindeki tütün kırma,dizme,kurutma ve denkleme işlerini üstlenmişti,bizimle birlikte kadın erkek karışık yüzlerce işçi çağırmıştı.Muradiye istasyonuna indik gece vakti,bir tanıdıklarda sabahladık,tutulan bir arabayla bağların,incir ağaçlarıyla kaplı tarlaların arasından geçerek Çerkez köyüne Çerkez köyünün uzağındaki çiftliğin geniş bahçesinde kurulan barakalara yerleştik.Saat bir,birbuçukta kırılşan ve küfelere konulan tütünler,sabahları çardakların altında şarkılar,türkülerle diziliyor,dizilenler sırıklara bağlanıyor(ayna)lara sıralanıyordu kurumaları için.Yılmaz sıtmalanmıştı,karnı davul gibi şişmişti,ekmek kabuğundan başka bir şey istemiyordu.Ortak yaşama ilk kez tanık oluyordum.Bir kazandam besleniyorduk,emeğimizi üreticilikte kullanmanın zevkini tadıyorduk.Tanımadığımız kişilerle ilişkilerimizi pekiştiriyorduk.Ama ilişkilerin sıklaşması,dengesiz ve uyumsuz bir biçimde birbirinin içine girmesi,gelenekler ve anlayışlardaki zıtlıklar,gösterişçilikler,tutarsızlıklar sürtüşmeleri arttırıyor,herkesin içindeki gizli duyguları döktürüyordu ortaya.Kavgalar,tartışmalar eksik olmuyordu.Bilinçsiz kitlelerin çözümleyebileceği iş değildi ortak yaşam.Ancak toplumsal bir uyum sağlanırsa, bireyselle toplumsalın ve bunların karakterindeki gerçeklerin ne olduğu bilinirse,insanlaşmanın yüksek bilincine ulaşılırsa,üretimle tüketimin sorunları kavranırsa olumlu bir sonuç alınabilirdi.Gözlüyordum kişileri.Davranışlarını,konuşmalarını,hangi durumlara eğildiklerini,tepkilerini inceliyor,belleğimi olaylar ve portlelerle tıkabasa dolduruyordum.Boş zamanlarda romantik,duygulu bir adam olan Behlül dayımla birlikte Gediz ırmağına giderdik,bulanık ama hırçın suların akışını izlerdik,acurları kopartırdık.Yılmaz’ın boyunu aşan iri ama tatsız karpuzları baltayla parçalayıp terdik.Kenan dayım,her hafta yövmiyelerimizi muntazaman dağıtıyordu.Tabi bize biraz fazla veriyordu çektirdiklerinin bedelini ödercesine.Annem,babam paranın alınteriyle çoğalan değerini ve sıcaklığını hissedince neşelenmişlerdi.Bir sürü tasarının tadıyla sarhoş oluyorlardı.Köye dönünce tarlalar ve bir zeytinlik alacaktık.Kenan dayımla Nevin hanımın araları iyiydi.Sık sık çiftlik yapısının balkonunda oturuyorlar,çalışanları seyrediyorlar,bir şeyler içiyorlardı.Dedikodular ayyuka çıkmıştı.Nevin hanımla dayımın seviştiklerini gözleriyle görenler vardı.Ama biz övünüyorduk dayımın çapkınlığıyla.Nevin hanımla evlenmesini istiyorduk.Dayım son zamanlarda Nevin hanımla seyrek buluşuyordu.Sinirliydi.Para isteyeni tersliyordu.Bir gün işçiler dayımı boşuna beklediler.Kaybolmuştu.Gene utançtan yerin dibine battık,kimsenin yüzüne bakamaz hale geldik.Dayımın paralarla kaçmasının sorumlusu bizmişiz gibi ortalıkta dolaşan suçlamalı sesler,yüreğimizi kanatıyordu. Neyse Nevin hanım paraları ödedi,bir saniye durmadan İzmir’e koştuk,teyzemlere konuk olduk,kazandığımızı kısa sürede tükettik,yorgan,yatak ne varsa satıp savdık,vapura atladık.Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.Annemle babam bu korkunç sonuçtan ötürü birbirlerini gagalıyorlardı.”Kavga etmeyin,ölürüm sonra kardeşim de ölür” diye yalvarıyordum.Boyunlarına sarılıyor,yüzlerini,gözlerini,ellerini öpüyordum.Ertesi gün İstanbul’daydık.Yağmur dinmemişti.Tekrar vapur,Yalova...Yalova’dan yola çıktığımızda karanlık bastırmıştı,dere tepe aşarak,kurt,haydut,cin korkularıyla tirtir titreyerek ve işliklerimize işleyen yağmurla sırılsıklam olarak,üçbuçuk saatte köye vardık.Ben o gece hastalandım ve Altı ay kendime gelemedim.Zatürre ...Okula kabul ettiler yeniden.Babamla,eniştem İstanbul’da,Tıp Öğrenci Yurtlarından birinde hademelik buldular yirmi lira aylıkla.(Orda yatık kalkıyorlardı.Giyim,yemek içme bedavaydı)Cumartesi gelirler,Pazar akşamı son vapurla dönerlerdi.Cumartesileri dört gözle beklerdik.Çünkü babalarımız gaz tenekeleri dolusu-şehir yemeği- getirirlerdi.Kıymalı kurufasulye,tereyağlı pilav,pilaki,kızartılmış patates,kuru köfte,söğüş et,helva,tahin pekmez ve kabuklarını katık etmekten hoşlandığımız-has-ekmek,sevinçten çıldırtırdı bizi.Tenekelerin içine ayrı ayrı bölmeler yapmışlardı,o bölmeler koyuyorladı yiyecekleri.Bazı paketlerde çorap,gömlek,ayakkabı,içlik bulunurdu;paketlerin açılması heyecanlandırırdı bizi.

İlk okulu bitirince-gidip gelme zorluğu ve köyde oturmamızın anlamsızlığı nedeniyle-İstanbul’a taşındık.Gene Beşikçi sokağında kimsesiz,yaşlı,beş kedili,odası kedi pisliği kokan Rum madam Katina’nın iki katlı ahşap evinin ikinci katındaki birbuçuk odayı aylığı dört liradan kiraladık.Yıl 1942 ydi.Dünya savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu.Karartma uygulanıyordu,Ekmek karneye bağlanmıştı,un,makarna ve unlu yiyecekler kalkmıştı ortadan.Karaborsa almış,yürümüştü.Bu arada annem boyuna doğurmuş,nufusumuz babaannemle birlikte dokuza varmıştı.(Babam çocukların çoğalmasıyla yol parasından kurtulacaktı)Karneyle verilen ekmek yetmiyordu,un bulabilirsek yüzümüz gülüyor,bulamazsak patates haşlıyor,kırık pirince kırmızı mercimek karıştırıyorduk.Yarı aç yarı toktuk.Kardeşlerim her an ekmek istiyor”Yok” karşılığını alınca bas bas bağırıyor,ağlıyorlardı.Bu arad hem hayalimi gerçekleştirmek hem de yiyeceğin,giyeceğin esirgenmediği bir kuruma girmek amacıyla Bursa Askeri okuluna başvurdum ama sağlık muayenesini kazanamadım.Sultanahmet sanat okulunun kayıtkları kapanmıştı.ÇaresizYenikapı Ortaokuluna yazıldım.Okuldan çıkar çıkmaz koşa koşa eve geliyor,önceden hazırlanan sefer taslarını alıyor,Kumkapı yokuşunu tırmanarak Azak sinemasının karşısındaki Öğrenci Yurdunda bekliyen babama uzatıyordum.Azdı yemekler.Beş dakikada tükeniyor,dişimizin  kovuğuna gitmiyordu.Sırtımızdakiler,akrabamızın,iyiliksever komşuların merhametleriydi.Ayağıma Sümerbank’tan ikibuçuk liraya bir çift kundura, ancak okula takunyalı gitmem (iki ay takunyayla gidip gelmiştim)müdür tarafından yasaklanınca,alınabildi.Ağzıma kimi sabah bir lokma koymadan okulun kapısından giriyordum.Ders süresince öğretmenlerin anlattıklarını dinlemiyor,hep açlığımı düşünüyor,çeşitli yiyeceklerle donatılmış sofraları hayalliyor,masallardaki gibi iki tüy bulup tüyleri birbirine sürterek o sofraları gerçekleştirmek amacıyla gözlerimi yerden ayırmıyordum.Dualar ediyordum.Öğretmen “746 tahtaya!” deyince ısıracağımı tasarladığım bir dilimin tadıyla kalkkıyor,put gibi duruyordum.Sıfırlar,birler,ikiler öğretmenlerimin not defterlerini süslüyordu.Teneffüslerde öğrencilerin oyun oynarken birbirlerine attıkları kum leblebilerini eğilip alıyor,helada ya da bahçenin tehna bir köşesinde utana sıkıla yiyiyordum.Aşevlerinde gördüğüm,sokaklarda rasladığım bütün şişmanlara sövüyordum,öfkeleniyordum.Hele bunlardan biri kahkahayla güldü mü cin ifrit kesiliyordum.Biz niye yoksulduk?Ötekiler niye varlıklıydı?Bu soruları gece gündüz soruyordum.Karşılıklar hep ayniydi ve inandırıcı değildi.”Tanrı öyle istiyor”Neden ama öyle istiyordu?Biz ne suç işlemiştik ki açlıkla,yoksullukla cezalandırıyordu.İsyan ediyordum.Tepeliyeceğimi kestirdiğim iyi giyimli,sağlıklı çocukları döğüyordum.Duygularımda,düşüncelerimde patlamalar başlamıştı.Durumları eşeliyor,kişinin iç dünyasındaki gizleri açıklayacak metinler üzerine çalışıyordum.Sözcükleri yan yana diziyor,bir gerçeği bir an’ı belirtecek cümleler yazıyordum.Şiir sandığım ama şiirle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan karalamalarımla övünüyordum.Yaşadığıma,yaşanana bakan gözlerim durmuş oturmuş birşeyler koyabilirdim ortaya.Ama ne yol gösteren vardı ne de bilinç.Ters bir çizgiyi izliyor,gırtlağıma kadar gömüldüğüm  gerçeklerin baskısından sıyrılmaya,hiç değilse geçici unutuşlara itecek gerçek dışı ve cansız mısralara sığınıyordum.Ekmeksizlik büyük bir sorundu.Biraz geç kalınca fırınların önündeki kuyruklar uzadığından  ve ekmek almam olanaksızlıştığından(çok zayıftım,kocaman bir kafa,yelken kulaklar ve bir yığın kemik) yani kalabalığın basıncına dayanamadığımdan annem,gece saat üçbuçuk-dörtte uyandırıyordu.Sokağa çıkma yasağı vardı ama Yenikapı’daki bekçiler ve fırın tanıdıktı.Gene de tehna yerlerden geçiyordum yürürken,bir ses duydum mu saklanıyordum kapıların karanlığına ve fırına ulaşıyordum.Fırındakileri kimi zaman ben uyandırıyordum.Kimi zaman hamur maya tutmamış oluyordu.Ekmek pişene kadar dokuz doğuruyordum.Sokaktaki ıssızlıktan,işçilerin bakışlarından,davranışlarından pireleniyordum.Bu nedenle elimde ya iri bir taş ya da kalın bir sopa bulunduruyordum muhtemel saldırıları geri püskürtmek amacıyla.Yatağında fosur fosur uyuyan ve oniki yaşındaki bir çocuğu düşüncesizce,sorumsuzca tehlikelerle,tuzaklarla dolu İstanbul’un gecelerine atan babama ileniyordum,ağlıyordum.”Bekle,göreceksin,bir gün seni terkedeceğim”diyordum.İlk ağız ekmeklerden birkaçını fileye koyup büyük bir yengi kazanmış gibi sevinçle odamıza çıkıyor,annemi dürtüyor,yatağıma uzanıyordum.

Bu deneyle bana ekmeğin değerini,kutsallığını ve yaşamda kapsadığı yerin en üstün bir yer olduğunu öğretti.

Bilmediğim bir nedenden ötürü babam Öğrenci Yurdundan ayrıldı.Bütün ayrıntılarıyla tanıdığımız-işsizilik-öz ve yan sorunlarıyla kemirmeye koyuldu evimizi.Günden güne sertleşiyorduk.Huzursuzduk,sinirliydik,içimizdeki birikmiş kızgınlıkları,tedirginlikleri yüksek sesle haykıran bir koro gibiydik.Üç ay mı dört ay mı geçmişti ki Kazlıçeşme’deki deri fabrikalarının arasında bulunan bir yağhaneye çağrıldı babam.Mezbahadan at arabalarıyla getirilen büyükbaş hayvanlarının ayaklarını ilkin bir yana yığıyor,kurtlanmasının bekliyor,arkadan odamız büyüklüğündeki kazana atıyor,kaynatıyorduk.Etler kemikten ayrılınca ve suyun üstünü dört-beş parmak kalınlığında bir yağ tabakası kaplayınca ateşi döndürüyor,yağı tenekelere dolduruyor,lehimliyorduk.Bu yağlar nereye gidiyordu?Hangi alanlarda kullanılıyordu?Habersizdim.İş pisti ama parası çoktu.Yalnız ben memnun değildim öğleye kadar çalıştığım halde.Fabrikalardan uçuşan deri kokularıyla,çürümüş ve pişmiş etlerden dağılan kokulardan iğreniyordum.Midem bulanıyordu,öğürüyordum,bayılacak gibi oluyordum.Kazandaki yağsız duyu akıtıp dipte kalan et ve kemik parçalarını kürekle domuz arabalarına yüklerken sık sık kusuyordum.O gün bugün paça ve beyin yemem.

Durumumuz düzeliyordu,yüzlerimizden kaybolan gülümseme geri gelmişti;düşmanca ilişkiler ortadan kalkmış,sevgi,saygı varlıklarımızı yönetmeye,sözlerimize,davranışlarımıza yansımaya başlamıştı.Ama gelgelelim mutluluk kendisini bize layık görmüyordu,küçümsüyordu ve hemen-yanlış kapı çaldım dercesine-bırakıp kaçıyordu.Biz gözleri,beyinleri kör zavallılar,her saniye ona yaklaşmak,ona uzanmak ve yakalamak amacıyla çırpınıyorduk.Babam ve bir akşam”Yarın işe gitmiyeceğim”dedi.Donup kaldık.Gene kapılar aşındırıldı,gene yakarmalar,acındırmalar başladı ve Son Telgraf gazetesine girdi.Kapıcılık yapıyordu.Beni de Çemberlitaş’taki şimdi yıkılan ve bir kısmı oto parkı yapılan bloka bağlı bir aşçı dükkanına soktu.İşçiler,ırgatlardı müşterilerimiz.Bulgur pilavı ile kurufasulyeydi en önemli yemeklerimiz,bir de üzüm hoşafı.Öğleden sonra okula gittiğimden,Mehmt ustaya da sabahtan akşama kadar hizmet sunacak temelli bir adam gerektiğinden,üç ay sürdü çıraklığım.Beyazıt’taki Bulgar sütçüyle tanışan babam,”Pazartesi orda çalışacaksın!”dedi.Çarşıkapıdaki esnaflar,yoldan geçenler,polisler,öğrenciler süt içiyor,sütlaç,tereyağlı yumurta yiyiyorlardı dükkanımızda.Ben erkenden kalkıyor,dükkanı açıyor,ortalığı temizliyor,servis yaoıyordum içeriye ve dışarıya.Bulaşıkları yıkıyordum.Öğle üzeri bir tramvayla Aksaray’a iniyor,son dersin-bitti-zili çalınca gene bir tramvaya asılıyor,ancak onda,onbirde eve dönüyordum.Daha önce belirttiğim gibi çok zayıftım,Alman kamplarında ölenleri andırıyordum.Bulgar patrıonlarım da Giritli ustayabenziyorlardı,kurufasulye kaldırıyor,kurufasulye koyuyorlardı.Ama onlar yokken tahta bıçakla kestiğim tereyağ parçalarını,Üniversite lokantasının sürekli aldığı birbuçuk kilo kaymağın iki lülesini ekmeksiz yutuyordum.Taze manda ve koyun sütlerinden hiç aksatmadan birer litresini,Tahtakale’den sepete doldurduğum ve günlük yumurta diye sattığımız-tabut-yumurtalarından yedi sekiz tanesini,beyazıyla birlikte içiyordum gizli gizli.Gene Tahtakale’deki şekerciden tenekeyle aldığım gül reçelinden en az yarım kiloyu mideye indiriyordum... Bir yılda etlenmiş,güçlenmiş,gelişmiştim.Yüzümden kan damlıyordu.

İkmali veremediğim için orta okulun ikisinden belgeyle ayrıldım.Okul hikâyesi bitmişti çok şükür!Sütçü beslenme yönünden tam bir çiftlikti ama üstümü başımı donatmam gerekiyordu,bu da parayla olurdu.Son Telgraf gazetesine girdim,babamın yardımcısıydım.Onbeş yaşındaydım.Yazı yazılaniyazı konuşulan,çeşitli fikirlerin tartışıldığı bir yerde bulunmam,orta okulda şahlanan ama iş değiştirme nedenleriyle uyuyan-heves-imi canlandırdı.Yanlış yorumladığım,yaşamlarının kaynaklarında yanıldığım iç kıpırtılarımın en düzeysiz yönlerini maniler biçimde(Yazdıkları benimkilerden bir gömlek üstün olan Suat Yalkın ve Ekrem Köprülügil’le birlikte)yayımlamak cesaretini gösterdimKalplerin Feryadı,İstikbalin Sesi kitapçıklarında.İstikbalin sesi piyasaya veridldiği gün Tan Gazetesi yıkılıyor,kitaplar sokaklarda,alanlarda yakılıyordu.

Nizamettin Nazif,Aka Gündüz o kitaplar hakkında övücü sözler ettiler.Nizamettin Nazif’in”Okumadan yazmak marifet”sözleri hiç çıkmadı aklımdan.Öldürücü,engelleyici sözlerdi bunlar.Tam tersi doğruydu.Kulağımdan tutup”Oku,çok oku,bu yazdıkların beş para etmez.”deseydi ve edebiyatın ne olduğunu anlatsaydı,kıraç topraklarda hazine aramıyacaktım.Çünkü kafamda tonlarca ham malzemeyi taşıyordum.Nice durumlar yaşamış,nice deneyimler edinmiştim.Onbeş yaşındaydım ama yüz yaşında ve durmadan devinen birisinin dünyadan aldıklarına eşti aldıklarım.Ama aldıklarımı nasıl kullanacağımı,ne kazanıp ne kazandıracağımı kestiremiyordum.Tın tın öten boş bir teneke gibiydim.Okul kitaplarımın dışında bir tek eli yüzü düzgün kitap okumamıştım.Oysa varlığımı zorlayan yazma dürtüsü,yeteneğimdeki volkanları patlatıyor,lav püskürtüyordu.Derken gazetelerdeki tefrikalardan bir şeyler devşirmeye başladım ve o tefrikaların paralelindeki aşklı maşklı romanların etkisinde kalarak berbaet hikâyecikler ürettim.İlk hikâyem 1945 yılında basıldı adımla.Tanin,Yeni sabah,Son Telgraf,Gece Postası gazetelerinde arka arkaya yayımlanıyordu.Cağaloğlu’nda ve mahallemde tanınm ıştım.Bana yarı ciddi yarı alaylı(Muharrir)diye sesleniyorlardı.

Ve bilincimdeki perde hala yırtılmamıştı.Edebiyatla ilişki kuramamıştım.

Yazarların odalarını silip süpürüyor,maslaarının tozunu alıyor,çay,kahve söylüyor,cigara,köfte,şıra,boza,ekmek,simit alıyor.Anadolu Ajansına gidiyordum.Bankalara para yatırıp çekiyordum,depolardan çıkardığım bobinleri,mürekkep fıçılarını yuvarlıyordum.Etem İzzet Benice’nin ( o da öldü)görüşmek istemediği kimseleri atlatıyordum.Abonelerin gazetelerini postalıyordum.Kapıcılık iş değildi aslında.Bir zenaat,bir meslek edinmeliydim.Yakışıklıydım,sesim güzeldi.Şarkıcılık için biçilmiş kaftandım.Semih mümtaz S adlı yaşlı yazara derdimi açtım.”Olur,Konservatuara kaydedeyim.”dedi ama kaydedemedi.Orta Okul mezunlarına açıkmış kapılar.Gazinocuların aralarına nasıl girilir,onu da bilmiyordum.Oysa bir şeyler ıolmak hangi araçla olursa olsun kalabalıklara seslenmek tutkusuyla yanıp tutuşuyordum.Bir kırıntı yetenekle ortalığı allak bhullak edenlere gülen şans benim semtime uğramıyordu.Şinasi Ustanın teşvikiyle makine dairesinde frezeciliğe başladım.Kısa sürede sadece frezeyi değil rotatifi de yönetecek duruma geldim,ustalaştım.Kardeşlerim büyüyordu,hem evin ihtiyaçları hem de kendi ihtiyaçlarım artıyordu.Para yetmiyordu.Süleymaniye’dekşi Askeri Basımevinde pedalcılık boştu.Başvurdum,alındım.Gece gazetede gündüz basımevinde çalışmak yorucuydu,ağırdı iki saat ya uyuyor ya uyumuyordum ama bu iki işi yürütmek zorundaydım.Hikayelerim boyuna yayımlanıyordu.

Mahmut Yesari’yi,Aka Gündüz’ü,Nizamettin Nazif’i,Osman Cemal Kaygılı’yı,Rıza Tevfik’i,Suat derviş’i,Nezihe Muhittin’i,Hatemi Senih Sarp’ı,Oktay Verel’i,Murat sertoğlu’nu,Halit Kıvanç’ı,Haluk cemal Beydeşmen’i,(Mahkeme Koridorlarının yazarı)Hüseyin Şehsuvar’ı ve daha bir sürü yazarı tanıdım.Son Telgrafla bozuştum,Tasviri Efkar gazetesine geçtim.esat mahmut Kararkurt’un bir romanı tefrika ediliyordu ve tiraj onüçbin gibi yüksek bir sayıya ulaşmıştı.Ateş gibi bir işçiydim.Sol elimi yaraladım Zihni ustanın ukalalığı yüzünden;işaret parmağımın dibinde frezenin çelik matkabı derin bir delik açtı.28 Ekim’i 29’a bağlayan gece,sabaha karşı Zihni ustayla kavga ettim ve ceketimi kaptığım gibi yallah!

Askeri Basımevinde rahattım.Pedalcıığı bırakmış,baskı makinelerinde çalışmaya başlamıştım.Sayfaları düzenliyor kağıt vericiliği yapıyor,makinenin arkasında ki tahtada hikâye müsvetteleri karalıyordum.

Savaş bitince skıntıdan ve korkudan sıyrılan İstanbul zenginleri eğleniyor,yetişkin çocuklarını evlendiriyorlardı görkemli düğünlerle.İşte bu dönemde Beyoğlunda tanıştığımız bir delikanlının uyarmasıyla”Düğüncülüğümüz”başladı.Çocukluğumdan bir şey anlamamamıştım çocukluk nedir bilmemiştim ama delikanlılığımın tadını çıkarıyordum.Tam beş yıl serüvenden serüvene koştum.Üç arkadaş,lacivertlerimizi sırtlarımıza çekiyor,yakalarımızıa da(yüksek okul rozetlerinin yanına)gelin tellerinden birer parça iliştiriyor Taksim’e çıkıyorduk.Perapalas,Tokatlıyan,Park otel,Belediye gazinosu,Ordu Evi bizden soruluyordu.Yalnız pastalı,limonatalı düğünleri es geçiyor,her çeşit yiyeceğin,içeceğin sebil olduğu birinci sınıf düğünlere gidiyorduk.Birinci sınıf düğünler sabah kadar süren düğünlerdi ve büfe birkaç kez açılıyordu.Çağırılmıyorduk,davetiyemiz yoktu,asalaktık...Ama eli yüzü güven veren,konuşmasını beceren,kibar davranan kişiler olduğumuzdan ve en ön masalara oturduğumuzdan kimse bizden kuşkulanmıyordu.Ayrıca gelin ve oğlan taraflarının birbirinden sanması gibi bir avantajımız da vardı.İçiyor,dans ediyor,kızlarla,kadınlarla ilişki kuruyorduk:Düğün dağılırken bize yakınlık gösteren garsonlara ceplerimizde taşıdığımız gazeteleri,kese kağıtlarını uzatıyor,etleri,pastaları doldurtuyor,evlerimize götürüyorduk.Çiçek sepetlerini de götürüyorduk.

Fotoğrafçılara poz veriyor,başlarımızı gelinle güveyin omuz başlarından uzatıyor ya da akrabalarının topluluklarına katılıyorduk.Binlerce resmimiz albümleri süslüyor şimdi ve –onlar-bizleri tanımak için uğraşıyor olmalılar.

Her gece sarhoştuk.

Bizden başka asalaklar da belirmeye,işin tadı tuzu kaçmaya başlayınca son verdik düğüncülüğe.

Askerliğimi Erzurum’la Erzincan’da yaptım.Otuz ay.

Makinistlikten hoşlanmıyordum.Ağır ve pis bir işti.Hafif,yazarlığımı verimli kılacağım bir iş bulmadan yerimden kığırdamamaya karar verdim.Bu arada deniz kıyılarında,Şehzadebaşındaki külhanbey kahvelerinde sürttüm durdum.

O hafif iş bir türlü ufukta belirmiyordu.

Mavnalardan odun, kömür çektim.Maçka’daki bir apartmanın inşaatında işçilik yaptım,harç taşıdım,beton kırdım,kalorifer taktım.Sonradan Cemal Süreya’nın uzak akrabası olduğunu öğrendiğim Hasan Basri Bican’ın Hal’de bir ay defterlerini tuttum.Anlaşamadık.Gazete Bayii Hasan Kazma’nın adına Son Telgraf gazetelerini dağıttım,oradan gazetenin İdare’sine atladım ve Mustafa Baydar’la tanıştım.(O da öldü)Kemal Sülker’in uyarısını,gerçek bir edebiyatın nerede,kimler tarafından yapıldığı konusundaki yardımlarını anmam gerekir.O Henri’nin(Boliver İki Kişiyi Çekmez)kitabını Kemal Sülker’in salık verişiyle okudum ve yıllarca bilincimi gölgeleyen perde kalktı.Gördüm.1953 yılıydı.Yazarlığa yeniden başladım eskiyi silerek.Hikayelerim artık Yeditepe,Yenilik,Yeni Ufuklar,Mavi,Seçilmiş Hikâyeler dergilerinde,Akşam ve Vatan gazetelerinin sanat eklerinde yayımlanıyordu.Pazar magazininde de yazdım Adli Moran yönetirken.Yönetim değişikliği olunca üç tane çok beğendiğim hikâyem kayboldu.Türk Dili dergisine gönderdiğim altı,yedi hikâyeden ses seda çıkmadı bu güne kadar.8Benim için yepyeni bir çalışmanın ürünleriydiler)Askerlikte geçirdiğim bir yılı,günü gününe sergiliyen ikiyüz elli daktilo sayfalık romanım da yoklara karıştı.

İşsizlik yakamı bırakmıyordu.Ama ben hep arıyordum.Gazetelerdeki iş ilanlarını izliyordum.Gidiyordum işçi arayanlara,eli boş dönüyordum.Sinirlerim gergindi;bir yeri soymayı,varlıklı birinin yolunu kesmeyi düşünecek kadar dengem bozulmuştu.Toprak Mahsulleri Ofisine,İ.E.T.T İşletmesin(Tramvay biletçiliği ya da vatmanlık yapacaktım.Yiyeceği,giyeceği vardı ve kapalı bir yerdi)Orhan Hançerlioğlu’nun salık vermesiyle başvurdum.Askerlikte bellediğim daktiloya güvenerek Devlet Kitaplar’na mektup yazdım.

Sonunda Toprak Mahsulleri Ofisine girdim 1954 yılında 1970 de de malülen emekliye ayrıldım.

Mehmet Ali Aybar’ın başkanlığına getirildiği İşçi Partisi’nin ilk üyeleri arasına katıldım arkadaşım Talat Kılıç’la.

Hikâyelerim hakkında iki kez kovuşturma açıldı.

12 Mart’ın –Balyoz harekatında-Davutpaşa’ya götürüldüm.

1956 da ilk kitabım –Katran-çıktı.Onu 1957 de –Acı- izledi.1959 yılında –Korkunun Parmakları-Ataç kitabevince yayımlanınca ve Dost dergisinin açtığı –Yılın En Beğenilen Kitabı-anketinde birinci seçilince,durumum değişti.Yirmibeş-otuz yazı yazıldı.Hepsi de (Korkunun Parmakları)nı göklere çıkartıyorlardı.Yeni bir hikâye tarzının öncüsü diye nitelendiriliyordum.Tahir Alangu”Yepyeni bir tarz”diyordu.Bu yaygınlaşan övgüden ve sınırsız teşvikten aldığım güçle yazdığım kitabı,1961 yılında Aziz Nesin’in kurduğu Düşün yayınevi yayımladı(Bulanık Resimler)ve kitap 1962 yılı Türk Dil Kurumu ödülüne layık görüldü.(Fazıl Hüsnü Dağlarca-Yoksuldu.Acıdım da verdirdim odun,kömür alsın-diye bir takım dedikodular yapıyormuş.Dedikodu diyorum ama belki de gerçektir.Gerçekse ödül kulislerinde dönen dolaplara dikkat edilmelidir.)Çan Yayınlarından çıkan “Kuyularda”,Otağ dergisinin anketi sonunda “Yılın Kitabı”seçildi.(Cehennem)Dönem Yayınevince basıldı.1967 yılında Habora Yayınevinin bastığı “Kavga” 1968 yılı Sait Faik Ödülünü aldı.1969 da Habora’dan(Gürültülü Birkaç Saat)1970 de E Yayınevinden (Bil Olayın Başlangıcı)1972 yılında (Mağara)çıktı.Günlüklerin bir bölüğü 1976 yılında (Arkası Yarın)adı altında Koza Yayınevi tarafından yayımlandı.

Yeniden yazdığım ve iki uzun hikâye eklediğim (Kavga’nın) ikinci basımı Okar Yayınevince yapıldı.

Hikâye,roman,günlük ve rüya türleri üzerinde çalışmaktayım.

Hikâyelerimden bazıları Almanca,Rusça,Bulgarca ve Lehçe’ye çevrildi.

Olaylarla geçen yaşamımdan küçük bir kesit bu.Bir de yazmadığım,yazamadığım bir bütün,bir öz var.İşte benim yapım,sanatçı kişiliğim o yazmadığım,yazamadığım bütündedir...Belki bir gün,gün ışığına çıkartırım ve(Ciltlere sığmayan bir roman olur)

Yalnızşunu belirteyim.Kendimi edebiyata adadım,edebiyatla karıştımibir gövde,bir ruh oldum.Yaşamım edebiyatla anlamlı,edebiyatla güzeldir.

Edebiyatsız bir dünya,edebiyatın önemsenmediği bir evren,yaşanılır gibi değildir.

Yayımlanan eserleri

Öykü

  • Katran (1956)
  • Acı (1957)
  • Korkunun Parmakları (1959, Dost Dergisi 1958 yılı birincisi)
  • Bulanık Resimler (1961, Türk Dil Kurumu 1962 yılı Öykü Ödülü)
  • Kuyularda (1962, Otağı Dergisi 1962 yılı birincisi)
  • Cehennem (1966)
  • Kavga (1968, Sait Faik Armağanı)
  • Şarkılar Seni Söyler (1982)
  • Günlerden Bir Gün (1983)
  • Hüzünlü Kar Çiçekleri (1987)
  • Her Yer Karanlık (1989)
  • Bin Hüzün (1990)
  • Şarkı Gibi (1992)
  • Yüzün Yarısı Gece (1994, 1994 Yunus Nadi Armağanı ve Haldun Taner Öykü Ödülü)
  • Telefon Konuşmaları (1997)
  • Bir Aşk Daha (1996)
  • Ucu Güllü Kundura (1998, Cumhuriyet Kitapları)
  • Dumanı Tüten Çay Gibi (1999)
  • Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (2001)
  • İpek Pijamalı Katiller (2004)
  • Ay Kokuyor (2004)
  • Hayallerin En uzun ve En Hızlı Atları, Ve Yayınevi (2015)


Roman

  • Mağara (1971)
  • Bir Olayın Başlangıcı (1970)
  • Gürültülü Birkaç Saat (1969)
  • Dar Sokaklardaki Duman (1993)
  • Gece Bitmedi (1995)
  • Dışarıdaki Rüzgâr (1998)
  • Akan Sular Şarap Olsa (1998)
  • Ucu Güllü Kundura (1998)

Günlük

  • Arkası Yarın (1976)
  • Sıcak İlişkiler (1982)
  • Dillerinde Dünya (1985)
  • Sayılı Günler (1986)
  • Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984) (Ve Yayınevi, 2015)
  • Anında Görüntü (1992)
  • Dünden Bugüne (1997)
  • İlişkiler Arasında Bir Gezinti (1998)
  • Yaşadığımız Ve Yaşananlar (2000)
  • Kıbrısa Selam (1987)