Sufi metafiziği: Revizyonlar arasındaki fark

Vikipedi, özgür ansiklopedi
[kontrol edilmemiş revizyon][kontrol edilmiş revizyon]
İçerik silindi İçerik eklendi
Alili16 (mesaj | katkılar)
→‎Tartışma ve eleştiriler: Meselenin mühim bir tartışması
Nushirevan11 (mesaj | katkılar)
Gerekçe: + telif hakkı ihlali
62. satır: 62. satır:
|}
|}


=== Risale-i Nur Külliyatında Vahdetü’l-vücud meselesinin aydınlatılması ===

==== Mektubat / 18. Mektup / İkinci Mesele-i Mühimme ====
'''Sual:''' Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki ediliyor.

Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş.

Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?

'''Elcevap:''' Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır.

Vahdetü’l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemâl, bir makam temin edebilir.

Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tâbiîn ve asfiyanın caddesidir.

حَقَاۤئِقُ اْلاَشْيَاۤءِ ثَابِتَةٌ cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ı Hakkın, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ mazmunu üzere, hiçbir şeyle müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlıkıyettir.

Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur.<sup>'''<sup>'''3'''</sup>'''</sup> Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsille fehme takrib edeceğiz.

'''Birincisi:''' Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir; bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı âzam ismi var; o isimle devâir-i askeriyede faaliyet gösterir, ordu o ismin mazharıdır.

Şimdi, biri çıksa, dese ki, “O padişah yalnız hâkim-i âdildir; devâir-i adliyeden başka daire yok.” O vakit, bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil, itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsâfını ve ahvâlini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir.

Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtını, yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir, ve hâkezâ...

İşte, şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı âzam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.

İşte, saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa’âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî âyineleri iktiza ediyorlar.

Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir.

Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var.

Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez.

Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur.

Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor.

Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. İşte, Sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt حَقَاۤئِقُ اْلاَشْيَاۤءِ ثَابِتَةٌ derler ki, Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var.

Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir.

Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor.

'''İkinci temsil:''' Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi bulunsa, herbir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyineyle beraber irtisam ediyor; fakat herbir âyine kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi birtek âyineye bakar, der ki: “Herşey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuâtını o tek âyinedeki, iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.”

Diğer adam ona der ki: “Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vâkide ve nefsülemirde hakikatin hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”

İşte, esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer âyine ister. Hem meselâ Rahmân, Rezzâk, hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahmân, nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.

İşte şu sırdandır ki, cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabe ve asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şakirtleridir.<center>سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِدِنَا مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
</center>
# [[Sadeddin Fergani]] (v. 699/1300)
# [[Sadeddin Fergani]] (v. 699/1300)
# [[Abdürrezzak Kaşani]] (v.1329)
# [[Abdürrezzak Kaşani]] (v.1329)

Sayfanın 15.41, 12 Şubat 2017 tarihindeki hâli

Sufi metafiziği başlıca Vahdet (birlik) düşüncesi etrafında gelişmiştir. Öyle ki varlık bir "Mutlak Varlık" ve O'nun aynada yansımalarından oluşan görüntülerden ibarettir. Bu anlayışı açıklayan iki farklı ifade biçimi kullanılır; Vahdet-i vücud (varlık birliği) ve vahdet-i şuhut (Görünenlerin birliği). Bazı İslami reformcular bu iki deyim arasındaki farklılığın sadece semantik ve deyimle ilgili olduğunu, özünde bir farklılık içermediğini söylerler. Sufi metafiziğinde diğer dikkat çeken konular hulul, teşkik, ve maksut birliği gibi konulardır. Allah ile evren arasındaki ilişkinin tarzı sufiler arasında olduğu gibi, sufi olmayan müslümanlar arasında da tartışılagelmekte olan bir konudur.

Vahdet-i Vücûd / varlık birliği

Tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür. Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.

Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır.

Yaratılışın amacı; Künt'ü, Kenz yani Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim ifadesi bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır.

Nefsini terbiye eden insan oğlu Şeriat, Tarikât, Marifet ve Hakikât kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur (birleşir). (Hulul) Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır.

"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde bu kelimeler ile ifade edilmez. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.

Allah dostları dönemlerinde dinden çıkmakla sapkınlıkla ve şirkle suçlanmıştır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir: Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler bilemezler.

Bu inancın en büyük temsilcileri Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi düşünürlerdir.

Varlık felsefesi

Felsefi anlamda "varlık" üzerine yapılan tartışmalar, İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler, varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır.

Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dinî emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.

Varlık tek ve mutlağın varlığından ibarettir ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır. Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. Her şey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir.[1].

Tarihte varlık birliği

İbn Arabi'den önce bazı mutasavvıfların varlıkta Allah'tan başka bir şey olmadığına ilişkin ifadeleri vardır. Maruf el-Kerhinin (ö.815-816) kelime-i şehadeti "Vücûdda Allah'tan başka hiçbir şey yok" tarzında ifade eden ilk kişi olduğu söylenir. Hâce Abdullah el-Ensâri (ö.1089) ise kendisine tevhidin ne olduğu sorulduğunda "Yalnızca Allah! Başka bir şey yok!" (Allah bes! Bâkî heves!) diye yanıt vermiştir. Gazali'nin de benzeri deyişleri vardır. Mişkâtu'l-Envar adlı eserinde "Arifler, mecazın en aşağı noktasından hakikatın zirvesine yükseldikleri ve miraclarını tamamladıkları zaman vücutta Allah'tan başka bir şey olmadığını aynî müşâhede ile gördüler" demekte, ünlü eseri İhyâ-u Ulumiddin Din'de de "Vücûd'da Allah'tan başka bir şey yoktur...Vücûd yalnızca Gerçek Bir'e aittir" demektedir.[2] Buradaki "Vücûd" terimiyle kastedilen herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyen felsefenin de üzerinde durduğu mutlak Varlıktır.

Muhyiddin İbn Arabi ekolünün tarihteki tesirlerinin en çok görüldüğü coğrafya, Anadolu olmuştur. Endülüs'te doğup büyüyen İbni Arabi, Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında; Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde bulunmuş, oranın bilginleriyle görüşmüş, öğrenciler yetiştirmiştir. Bunların arasında en ünlüsü ve hocasının görüşlerini yaptığı şerhler ve izahlarla, gelecekteki nesillere taşıyan kişi Sadreddin Konevî'dir. Annesiyle yaptığı evlilik sebebiyle aynı zamanda Muhyiddin Arabi'nin üvey evladı da olan Konevî, yazdığı çok sayıda eserle, vahdet-i vücut düşüncesinin de ilk sistematik izahını yapan kişidir.

Osmanlılarda, İznik'te ilk medreseyi kuran ve ilk Şeyhülislam olan Molla Fenarî'nin, İbni Arabi'nin "Fusûs" adlı eserinin de şarihi bir Ekberi olması sebebiyle, vahdet-i vücuda karşı, Osmanlı topraklarında uzun süre doğrudan eleştiri yapılamamış; hatta İbn-i Arabi'ye karşıtlığıyla bilinen Şeyhülislam Çivizâde Mehmed Efendi görevinden azledilmiştir. Bu dönemde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in emriyle İbn Arabi'ye yöneltilen itirazların cevaplandırıldığı Farsça bir kitap dahi kaleme alınmıştır. Ancak 17. yüzyıldan sonra bu durum değişmeye ve Vahdet-i vücud'a yönelik eleştiriler artmaya başlamıştır.

Tartışma ve eleştiriler

Vahdet-i vücut konusu, İslam topraklarında asırlardır tartışılan ve tarafların kimi zaman birbirlerini cahillik, sapkınlık, zındıklık, mülhidlik ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur. İbn Teymiye[3], Saadettin Taftazani, Mustafa Sabri Efendi gibi fakih, kelamcı ve şeyhülislamların da aralarında bulunduğu bir gurup vahdet-i vücudu kıyasıya eleştirmişlerdir. Öğretinin kaynağı veya sözcüleri sufiler olmakla birlikte 14. yüzyıl sufilerinden Alâuddevle Simnânî ve 17. yüzyıl sufilerinden İmam-ı Rabbani gibi sufiler de vahdet-i vücudu eleştirmişlerdir.

Aralarında sufi ve selefilerin de bulunduğu bazı müslümanlar vahdet-i vücut ile panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Bazı selefi yazarlar vahdet-i vücut anlayışını, onun Hindu felsefesiyle etkileşime giren Arapların üretimi olduğunu ileri sürerek eleştirmektedirler.[4] Bazı selefiler, Kabala ile benzerlikler üzerinde de durmaktadırlar.

Vahdet-i şuhut
İmam-ı Rabbani (Ahmed Sirhindi/Müceddid-i Elf-i Sani) gibi önde gelen bazı sufi büyükleri de vahdet-i vücudun, sufinin Seyru Sülukta karşılaştığı ve Hak'kın varlığında kendi varlığını yok olmuş görerek sadece tek bir varlık olduğunu müşahede ettiği bir hal olduğunu, ancak bu halin daha üstün makamlarda aşıldığını, dolayısıyla da sufinin yaşadığı en üstün makam olarak görülmemesi gerektiğini söylemişlerdir. İmam-ı Rabbani, Vahdet-i vücut kavramına karşı vahdet-i şuhut (görünenlerin birliği) kavramını geliştirmiştir. Rabbani, evrenin varlığı ile mutlak varlık (Vucud-u Mutlak) olarak nitelediği Allah arasında kesin bir ayırım yapılması gerektiğini belirtir.

Sufiler bu eleştirileri hem bazı ayet ve hadisleri kullanarak hem de vahdet-i vücudun Panteizm gibi bazı felsefi ekollerden farklarını ortaya koyarak yanıtlamaya çalışmışlardır. Bazıları da vahdet-i vücut için sadece içkinliği vurgulayan Panteizm değil, hem içkin hem aşkınlığı içeren Panenteizm tabirinin kullanımının daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Vahdet-i vücut ile ilgili müstakil bir eser sahibi olan İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) eserinde, vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü, toplamı olmadığı, sadece evrenin ayrı bir varlığa sahip olmayıp Hakkın vücuduyla ayakta durduğu (kaimliği), evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın zat, hususiyet ve belirtileri (taayyünleri) itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hakkın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi bizatihi mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır. Ertuğrul bununla ilgili olarak Muhyiddin Arabi'nin şu ifadesini de aktarmaktadır: "Allah, Allahtır, alemin mevcut olması veya olmaması eşittir" [5]

Vahdet-i vücut ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin (alemin) ezeliliği (kadimliği) bahsi geçmektedir. Vahdet-i vücudu savunanlar, alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı (hadis) yönünde savunma getirmişlerdir. Füsus şarihlerinden olan Ahmed Avni Konuk, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: Kevn-i câmi olan, insân-ı kâmil sûretiyle hâdistir ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle ezelîdir.

Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler

Vahdet-i vücut inancını işleyenlerin en önemli temsilcilerinden biri de Yunus Emre'dir.[6] Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlılar döneminde devam ettiren ve onun üzerine yorumları bulunan sufilerden bazıları şunlardır:

sufi vefat tarihi hakkında
Aziz Nesefi (v.1300?)
Müeyyidüddin el-Cendi (v. 691/1291?)
Fahreddin Iraki (1213-1289)
  1. Sadeddin Fergani (v. 699/1300)
  2. Abdürrezzak Kaşani (v.1329)
  3. Mahmud Şebüsteri (1288-1340)
  4. Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.
  5. Şeyh Bedreddin (1359–1420)
  6. Abdülkerim el-Cili (1366-1424)
  7. Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.
  8. Şah Nimetullah-i Veli (1330–1431)
  9. Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.
  10. Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
  11. Akşemseddin (v. 863/1459): Fatih Sultan Mehmed'in hocasıdır. "Risâletü'n-Nuriyye" ve "Def'u Metaini's-Sufiyye" adlı eserlerinde İbn Arabi'nin görüşlerini savunmuştur.
  12. Bıçakçı Ömer Sıkkinî: Hacı Bayram-ı Veli'nin müridir, 2. devre Melamîliğin kurucusu olur.[7]
  13. Abdurrahman Câmî (1414-1492)
  14. Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.
  15. İdris Bitlisî (v. 926/1520).
  16. Sofyalı Bâli Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihidir.
  17. Abulvehhab Şarani (1493-1565)
  18. Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).
  19. Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Halvetiyye Tarikâtı büyüklerindendir.
  20. Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesi ve Halvetiye yolunun kurucusudur.
  21. İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.
  22. Abdullah Bosnevi (v. 1046/1636): Füsûs şârihidir.
  23. Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).
  24. Sunullah Gaybi (v. 1087/1676?). Keşfü'l Gıta adlı eserinde Vahdet-i vücud açıklanmaktdır.
  25. Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).
  26. Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).
  27. Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
  28. Abdülaziz Debbağ (v.1717)
  29. Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).
  30. İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).
  31. Abdülgani Nablusi (1641–1731)
  32. Neccarzade Mustafa Rıza Efendi (v. 1159/1746).
  33. Kırımlı Selim Baba ( Doğumu ?/v.1756).
  34. Şah Veliullah Dehlevi (1703–1762)
  35. Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).
  36. Ahmed İbn Acibe (1747-1809)
  37. Köstendilli Süleyman Şeyhi (1750-1820?)
  38. Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî (v. 1283/1867).
  39. Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).
  40. Emir Abdülkadir (1808–1883)
  41. Muhammed Nur'ül Arabi (v. 1305/1887).
  42. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
  43. Ahmed Amiş Efendi (1807-1920)
  44. Hüseyin Vassaf (1872-1929). Uşşaki şeyhlerinden yazar.
  45. Abdurrahman Sami Uşşâki (1878-1935): Halvetî-Uşşaki şeyhlerindendir. İbn Arabi'nin bazı eserlerini tercüme ve şerh etmiştir.
  46. Ali Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937). Ahmed Avni Konuk ve Yakub Han Kaşgârî ile birlikte Osmanlı'nın son Füsûs şarihlerindendir. İbn Arabi'nin Füsûsu'l-Hikem'ini ve İbn Farız divanını Türkçeye tercüme ve şerh etmiştir. Eserleri basılmamıştır.
  47. Ahmed Avni Konuk (1868-1938): İbn Arabi'nin Füsûs'unu hem tercüme hem şerh etmiştir. Ayrıca Mevlana'nın Mesnevisini, Fahrüddin Iraki'nin Lemaat'ını da Türkçeye tercüme etmiştir.
  48. Hüseyin Şemsi Ergüneş (1872-1968) Muhammed Nur'ul Arabi'nin talebelerindendir. Çok sayıda tercümelerinden çok azı günümüz Türkçesine aktarılmıştır.
  49. Lütfi Filiz (1911-2007)

Ayrıca bakınız

Kaynakça

  1. ^ Mahmut Erol Kılıç, "İbnu'l-Arabi", DİA, c.xx, s.507
  2. ^ Mahmut Ay, "Kuran'ın Tasavvufi Yorumu, İnsan Yay. 2011, s.403-403
  3. ^ Bakınız
  4. ^ http://www.tevhidnesli.de/4_B-_-EN-B-Ue-Y-Ue-K-%26%23350%3B%26%23304%3BRK--d--VAHDET_%26%23304%3B-VUCUD-%26%23304%3BNANCI.htm
  5. ^ Ertuğrul: s.83-84
  6. ^ Bakınız
  7. ^ Muhammed Nur'ül Arabi: Seyyid'ül Melamî. Yazan: Yusuf Ziya İnan, İstanbul, 1971

Kaynaklar

  • Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem tercüme ve Şerhi, haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı, İstanbul, 1994
  • İsmail Fenni Ertuğrul - Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991
  • Mustafa Kara - Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004
  • Mustafa Tahralı - Muhyiddin İbn Arabi ve Türkiye'ye Tesirleri
  • Şeyh Mekki Efendi ve Ahmed Neylî Efendi - İbn Arabi Müdafası, İstanbul,2004
  • Sufi metaphysics/Wikipedia

Ek Okumalar

  • Bizbize Yayınları - vahdetin formülü, tekliğin ve tekilliğin formülü. [Bizbize Yayınları]
  • Adem DUDU : Vahdetin Formülü Bizbize Yayınları Ankara AGUSTOS 2006
  • İsmail Fenni Ertuğrul : Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991
  • Mehmet Ali Ayni : Şeyh-i Ekber'i Niçin Severim, İst, 1922
  • Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, İstanbul, 1912
  • A. E. Afifi : Muhyiddin İbn'ul Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Mehmet Dağ, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yay. Ankara, 1975
  • Muhyiddin Arabi : Fütuhat-ı Mekkiyye Cilt I. Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006.
  • _________________Fusus'ül Hikem M.E.B. Yayınları 1991
  • Sadreddin Konevi : Tasavvuf Metafiziği, İz Yayıncılık, İstanbul, 2002
  • Abdülgani Nablusi :Gerçek Varlık Vahdet-i Vücudun Müdafaası, (Vücud-u Hak), İz Yayıncılık, İstanbul, 2003
  • __________________Ariflerin Tevhidi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003

Dış bağlantılar